16 Ocak 2014 Perşembe

bitene kadar

hele bir sabah olsundu. hele bir gün ağarsın. belki kayıp gidecekti kadeh parmaklarının arasından. kadeh düşende, kalp de kırılır o an. ah canan! cam kesiği değil; can kesiğidir acıtan. paketi salladı. içinde bir uzun dal samsun daha kalmıştı. bunu da öldürmeli; ağırdan ağırdan ölmeli, dedi içinden. şehri ateşe verdi. tenekedeki ateş sönmeye yüz tutmuştu. şişeye göz dikti. son bir kadehi anca doldururdu. sakalına karışmış saçlarının arasında gezdirdi parmaklarını. geğirdi. şükür, dedi. günah işlerken bile imanlı olacak kadar sadıktı. köz karıştırdığı çubuğu alıp ateşi eşeledi. biraz alevlendirdikten sonra son kadehini doldurmaya koyuldu. tam başını kaldıracaktı ki; bir gölge kendisine yaklaştı: bahattin reis? he, benim. buyur reis. nereye kadar be oğlum? bahattin reis'in sorusu sanki boşlukta uçup gidivermişti. bir süre rüzgarı dinlediler. cevap gelmiyordu. bahattin reis gitmeye niyetlendiği sırada; cevap duyuldu: bitene kadar reis. ne bitene kadar oğlum!? ömür... yaşıyor musun ki? ölemiyorum reis; ölemediğime göre yaşıyorum herhalde. sigaradan derin bir nefes çekti. alevler şehri biraz daha tüketti. böyle olmasını hiç istemezdi. kim isterdi ki reis; kim isterdi ki? ay bulutların arasından kendini gösterdi. karanlığa gömülen sularda yakamozlar uçuştu. sakallarının arasından kaybolan dudaklarına götürdü kadehi. bir yudum daha aldı. bir şişe daha var mı reis? yok. hadi uyu artık. yarına iş çok. elimiz ekmek tutsun biraz. ellerine baktı. bu eller mi ekmek tutacak, diye düşündü. vücudu bir yük gibiydi artık. bulutların arasından çıkıp gelen ay'ı seyretti. o da oralarda mıydı şimdi? görüyor muydu kendisini? izliyor muydu? acıyor muydu haline? dünya'ya sövdü. sövgüsünü rüzgar aldı. belki tanrıya belki boşluğa götürüp bıraktı. bu gece sabaha erecek gibi değildi. bahattin reis; hadi ben yatıyorum, sen de içme artık şu zıkkımı. yarın erken kalkıcaz, deyip teknesine çekildi. reise karşın kendisi; küçük kayığın içinde 2 battaniye ile geceliyordu. bazen üşüyordu. bazen deniz onu beşikteki bir bebek gibi usul usul sallıyordu. dudaklarının ucundan; uyuyacağım reis. uyanmamak üzere uyuyacağım, döküldü. neden sonra gözlerini ateşe dikti. sarı alev, yüzünü aydınlatıyordu. yüz çizgileri o kadar derinleşmişti ki, normalden 10 yıl daha yaşlı görünüyordu. alnında, yüzünde; gözlerinin altında kırışıklıkların bini bi paraydı. sakalları uzamış; saçını hiç kesmemişti. üstelik o uzun saç da sevmiyordu. üzerindeki paltoyu ne zamandır giyiyor, kendi bile hatırlamıyordu. kayalıkların arasına vuran hafif dalgaların sesi bölüyordu sessizliği. sigarasından son nefesi de çekti. umarsızca ayağa kalktı. aklına şener şen'in eşkıya filminin sonu geldi. kollarını iki yana açtı. bulutlardan yol bulup parıldayan devasa ateş toplarına öyle kutsal anlamlar yükledi ki; tanrı olsa onları sadece kendine saklardı. yada o'na hediye olarak verirdi. yıldızların ışıklarını aradı suyun üzerinde. bahattin reis'le yaşıyordu. balıkçılıkta yardım da ediyordu. ama yüzme bilmiyordu. bir gün buna sevineceğini hayal bile edemezdi. uyuyacağım reis, uyuyacağım. öyle derin uyuyacağım ki, kaybolacağım. gecelediği kayığa gitti sallana sallana. kafası güzelleşmişti. ne diyordu şair; güzelleş be oğlum; şimdilik ölümüne kadar hayattasın. ne güzel demişti şair. şairler hep güzel söylüyordu. şairler hep haklıydı. kendini kayığın içine attı. kürekleri aldı. yavaşça uzaklara doğru kürek çekmeye başladı. elbette uzaklarında vardı bir bildiği. üzerindeki toprağın ölülerini diriltmişti bu akşam. hepsi onu çağırıyordu. bu davetin cazibesi; eski yunan efsaneleri'ndeki sirenler'den bile fazlaydı. kürek çeke çeke karanlığın içinde kayboldu. yüzme bilmiyordu. bir gün buna sevineceğini hayal bile edemezdi. uzaklar'a vardığına karar verince. ayağa kalktı. kollarını iki yana açtı. beni bekle, diye fısıldadı. birazdan ben de oradayım. beni affet allah'ım. eşhedüenlailaheillallahveeşhedüennamuhammedenabdûhuverasûlih. kendini karanlık sulara bıraktı. son nefes haresi de bir halka baloncuk olarak yükseldi ve suyun yüzeyinde serbest kaldı. refleks olarak çırpındı. nefes almak için ağzını açtı. su önce yutağı doldurdu. akciğere giden solunum kapakçıkları açıldı. sular ciğerlere hücum etti. önce sağ akciğeri patladı. acı dayanılmazdı. sonra sol paramparça oldu. acıdan ve oksijensizlikten bayılmak üzereydi. kan vücudun içine doluyordu. gözleri yuvalarında devrildi. kalp en geç anlayan organdı. en son o sustu. karanlığın ve sessizliğin içinde kayboldu. dibe geldiğini hiç hissedemedi. suskun gece, sabaha ermeyecek gibiydi zaten. ermedi. bulutların arasına yükseleceğini hayal etmişti. reis gördüğü kabustan uyandı. teknesinin küçük penceresinden kulübeyi kontrol etti. teknede ateş hala yanıyordu. gene şarap almaya mı gitti bu hıyar?! nereye kadar be oğlum? nereye kadar?! bitene kadar reis; ömür bitene kadar...

14 Ocak 2014 Salı

kıl dönmesi

bilenler bilir. erkeklerin başındaki sayısız illetten biridir kıl dönmesi. ulan bende de tam kuyruk sokumunda çıktı. ben de ilk başlarda çok da iplemedim. lan, dedim; sivilcedir geçer, dedim. ama yemedi. hayır, bi de utanıyosun doktora gitmeye de. ne diyeceksin ki olm? götümde kıl döndü, mü diyeceksin? ben de ilk başlarda çok doktora gitme taraftarı değildim. sonra baktım kaşınmaya başladı iyice. ulan güzel bi kızla kesişiyorsun mesela; hop götünü kaşı. dolmuşta gidiyorum örneğin; zaten ayaktayız. milletle akraba olduk, olucaz. hop götü kaşı. bir de kanamaya başladı ufak ufak moruk. o zaman kararımı verdim. sikilmiş götün davası olmazdı sonuçta. bir heves gittim doktora. sıyırdım donu. hocam, dedim. aha göt. bundan gayrı sana emanet. tövbe de çocuğum; falan. akşama doktorla yatsıdayız. tabi ki böyle bir şey olmasını isterdim. ama olay farklı gelişti. şöyle bi iki baktı. sağa sola kıvırdım falan. ameliyat, dedi. hocam, dedim; naptın? mecbur alıcaz. ne zaman? en kısa zamanda olman gerek. istersen bu perşembe'ye gün vereyim; ol kurtul. olurdu olmazdı derken, adam kitledi bana perşembe'yi amınakoyim. yarın gel, tatlillerini ol, git, dedi. tamam hocam. boynu bükük, götü açık çıktım kapıdan. gittim anneme babama utana sıkıla anlattım durumu. tamam dediler. babam ertesi akşam tüy dökücü alıp gelmiş. sıyırdım gene donu. ameliyat bölgesini arındırdık. daha doğrusu biz öyle sanıyorduk. babam; milli parkın ortasındaki kamp alanı gibi avuç içi kadar yeri sıyırmış atmış. ben de bilmiyorum ki çapını, çevresini, pi'yi 3 mü alıcaz napıcaz... ertesi gün tahlile gittim. 7 tüp kan aldılar usta. en son bayıldım. adam hortumu dayamış çekiyor sanki amınakoyim. azıcık yavaş çek, it! gözümü bi açtım; pala bıyıklı bi adam benim bacakları tutmuş; havaya kaldırmış, bekliyor. dayı, dedim. napıyon sen? beynine gan gitsin yiğen, gan, dedi. dayı bırak! doktor dut dedi. dayı, iyiyim ben, bırak tamam. zorla aldım bacakları dayıdan. sonra bir iki ıvır zıvırı da hallettikten sonra tahlil işi bitti. doktorun yanına çıktım sonuçlarla. çarşamba akşamı saat 12'den itibaren bişi yiyip içmiyorsun, dedi. tamam, dedim. çarşamba 11:58'de son suyumu içtim. biraz nette takıldıktan sonra; sabah ameliyata girecek olmanın korkusuyla (ki bu tam anlamıyla ''göt korkusu''ydu. eksiksiz.) uyudum. sabahın 7'inde tabakhaneye bok yetiştiriyormuşuz gibi uçtuk hastaneye. bileğimde ameliyat bilekliği. adamın biri aldı beni; soyundum. ameliyat kıyafetini giydim saat 9 gibi. annem bi yandan ağlıyor. annem her şeye ağlıyor. gerçi benim de ağlamam gerekti. götümü kesecekler lan! boru mu? adam aldı jileti, dön dedi. dayı, dedim; uyuşturmuycan mı? dur la daha, dedi. babamın yarım bıraktığı kamp alanında yeni bir imar alanı açarak genişletme çalışması yaptı adam. sonra bir de cesaret iğnesi vurdu. o iğneyi anlamıyorum; ne ki o? neyin cesareti amınakoyim? daha sonra ameliyathaneye götürülmek üzere sedyeye alındım. ulan ilk defa o kapıdan giricem. çok merak ediyordum ne var içeride diye. annem bi daha başladı ağlamaya. onlara veda edip; o iki kanat cam kapıdan geçtim. odaya geldik. aletleri görünce soğuk duş etkisi yaşadım zaten. ulan bunlar benim götümde fink atıcak öyle mi? bi tane hanım hanımcık hemşire geldi. omriliğimden iğne vurdu lan. bildiğin lokal anestezi. bi temizlikçi herif geldi. adam sordukça soruyor. dayı diyorum, biliyorum; vücudum uyuşana kadar dostluğumuz. napıcan sen okuyup okumadığımı, nereli olduğumu. derken zaten gitti benim alt taraf. yatırdılar beni. bi adam geldi. sağ elimi aldı. iki parmağını birleştirip; elimin üstüne doğru 2 kez vurdu. serum iğnesi takacak. o iğne de bir kalın amınakoyim. bi de yanlış yere taktı ilk. delik deşik etti. acıdan zıplıycam ama belden aşağım yok. sövemiyorum da. içimde uktedir; şimdi buradan söveyim bari. senin ben ta züriyetini sikeyim doktor gibi. ohh. neyse; perdeyi çektiler omuzlarıma kadar. hocam, dedim. kolay gelsin; ben uyusam sakıncası olur mu? yok valla, çok da güzel olur, dedi. iyi dedim. ulan baktım şöyle güleç de bi yüzü var adamın. ameliyat sırasında uyudum. sonra yarma gibi bir hemşire uyandırdı. hani şu cem yılmaz'ın bahsettiği; bıyıklara badem yağı sürülenlerden. geçmiş olsun. saolun, ehi. daha sonra beni odaya aldılar. götüme hortum sokmuşlar. kirli kan akıyormuş. ulan bir de tendürdüyotu bol mu buldu ne doktor. bocalamış üstüme. aldılar beni yatağa; ben de şöyle bi alt takıma baktım. ulan karambolde onlar da gitmesin diye. şimdi o kadar tendürdüyot beklemediğim için; ulan diyorum hissetmiyorum da, işedim mi acaba? kokacak şimdi amınakoyim, falan diye geçiyor içimden. meğer alayı tentürdüyotmuş. o gece öylece geçti. tuvalete gidiyorum babam arkamdan geliyor; götüme sokulan hortumu taşıyor. hayır bir de büyüğü nasıl yapıcam diye düşünüyorum. hadi hastahane alafranga. ev? ev alaturka. hastahanede ertesi gün yemek geldi. bezelye yemeğinden tut tatlısına kadar. ben de bana geldi sandım. meğer ziyaretçiye imiş o. bana? bana bi paket meyva suyu. 3 tatlı 2 tuzlu bisküvi. sıçmiyim diye vermiyorlarmış. lan, bundan sonraki hayatımı besinleri özümseyerek geçirmeyeceğim heralde. birgün haberlere çıkıp; ''diğer insanlar gibi sıçmayı özledim'' demek istemiyorum. o gün de bi adam geldi yanımdaki yatağa. adam ''ben'' aldırmış abi. refakatçisi? güzel mi güzel bi kız. amınakoyim, böyle bahtın dedim ya. annem zaten direk muhabbeti kurdu. bense götüme hortum sokulmuş halde yatıyorum. ulan o saatte ne konuşabilirsin ki kızla. götü de dönemiyorum. hortum zorluyor. kafamı çevirdim yattım bütün gün. akşama kasılı kalmış kafa. dönmüyor amınakoyim. bi de onunla uğraştık. sabah çıkacağız artık hastahaneden. hasta bakıcı geldi sabah. hortumu söktü. dikişleri kontrol etti. pansumanı yeniledi. kim attı bu dikişi, dedi. doktorun ismini verdim. valla bu dikiş zor sökülür, dedi. kanaviçe mi lan bu? iğne oyası mı amınakoyim. zor sökülürmüş. giderayak taşağını da geçti. asıl şoku; ameliyat raporunu alınca okudum. abi 15 cm. uzunluk; 8 cm. derinlik, 3 cm. genişlik boyutunda bi et parçasını almış. yani götün bi lobunu almış; diğerini ikiye bölmüş; kullan demiş bana. pasta dilimi lan resmen. giden gitmiştir; gittiği gün bitmiştir deyip, eve doğru yola koyulduk. 2 güne bir acile pansumana gidicem. ulan 15 gün yüzüstü yattım. ilk acile gittiğimde oradaki doktor da bu dikişi kim attı, dedi. abi, dedim lütfen. yanlış anlama, dedi. dikiş gerçekten profesörlerin atabileceği bir dikiş. meğer adam hep açık atılan dikişi; bende kapalı atmış. o dilim ancak öyle kapanırdı zaten. eve geldiğim ilk gün sandalyede oturmuştum. o günden beri kestaneyi çizdirdin mi hacıığğ, esprilerine uyuzum.

memleket peyniri

kendimi bazen memleket peyniri gibi hissediyorum. hani o memleketteki akrabaların getirdiği. yada memlekette olan sensen; senin götürdüğün. hani o yörenin en değerli şeyi. sonra o peyniri sikleyen olmaz ya hiç. hah; tam da öyle. bazen değerli hissettiğin o an'ın içinde bile bi sik olmadığını ayrımsıyorsun ya; hah ta anasını sikeyim o anın ben. o an kadar orospu çocuğu bi an yok. ulan, diyorsun; o kadar çok sözcük geliyor ki ardından. ta amına koyim böyle dünyanın deyip susuyorsun. işte tam da o an kenara atılmış; bir gün kahvaltılık sofraya çıkmayı bekleyen memleket peynirisin sen. bal bile güzelleştirmiyor ya seni. hani aslında yeni muhite taşınmış ailenin çoğu, tercihini bir başka peynire kullanmıştır çoktan. esamen okunmamıştır uzun zamandır. ve artık sevdikleri de söylenemez seni. ama getirenlere ayıp olmasın deyip o ilk gün sofraya çıkıp; kendini değerli hissettiğin o an aslında bilmiyorsun; seni o sofrada getirenlerin bile sevemeyecek olduğunu. sonra dişleriyle bir parça koparıyorlar senden; bir daha asla sana dönemeyecek olan. bir parçan gidiyor; liğme liğme ediliyor, anası sikiliyor onun çiğnene çiğnene. sonra hop, yutaktan aşağı. mideye. oradan da göte son bi selam çaktıktan sonra kanalizasyonda kaybolup gidiyor. noluyor? zamanla eksiliyorsun. eksiliyorsun. ama sevilmiyorsun ki hiç. herkes birbirine ayıp olmasın diye seninle ilgileniyor. yerine yurduna da dönemezsin o saatten sonra. çünkü o memleketten gelenler de; normalde kullanılan ama kendilerine yeni gelen diğer peyniri daha çok sevmiş oluyorlar. böyle noluyor biliyo musun? memleketten gelenler gidene kadar dolapta; sonra çöpte kaderine ve çürümeye terk ediliyorsun. küfleniyorsun. fareler kemiriyor bu defa seni. o da yoksa; koca bir yalan oluyorsun. oysa ne hayallerin vardı dimi ineğin memesinden çıkarken. daha sütken. mayalanmamış; tuzlanmamışken. kimleri doyururum diyordun. sik gibi kaldın mı şimdi orta yerde. ha? hah bak; buraya kadar böyle böyle anlattım; kendimi tam da böyle hissediyorum. memleket peyniri gibi. sen yerinde yurdunda değerlisin be kodumun evladı. ne diye yarak kürek uzaklara yelken açıyorsun? kim sevecek lan seni orada? ha? pınar var orada. sütaş var. sen kimsin lan? sikik bi entel dantel yumağın damağını şaplatarak; ''yöresel zenginliklerimiz, ehi'' demesine kalıyorsun en fazla.
ulan bir de şu var. gizemin yok ki senin. yani bi ara vardı. mesela otlu peynirin gizemi onu yiyene kadardır. sonra çok da ahım şahım bişi olmadığını anlıyorsun. belki sevmiyorsun ama yine de ulan herkes iyi dediğine göre ben de sırıtmayayım arada falan diyorsun. yarak gibi bi insansın sen de.
ama bende öyle değil ki. ulan sikeyim böyle tez canlılığı. biri bişi dedi mi hop yelkenler iniyor zaten. abi azıcık şeffaf olma la. yok abi. neyse o. hani o böyle beni çok tanımadan; gizem falan var diye düşünürsün belki. ama sadece selam demene bakar amınakoyim. selam! selam, naber? ehe. ben var ya şöyle bişiyim aslında ya. ehe. tam da mod bu. yani tam olarak olmasa da gene buna yakın. yani hani o cool olma tabiri bende tamamen kul olmayla eşdeğer. abi yok. olmuyor. cool da olamıyorum; kul da olamıyorum. iki arada bi deredeyim. hani ulan bugüne kadar bissürü şey yazdın kadınlarla kızlarla ilgili falan diyeceksin belki. belki de bu yüzden ayırılıyorumdur yada kıçıma tekmeyi yiyorumdur lan. olm, kıl dönmesi ameliyatı olduğumdan beri; kıçıma ne zaman tekme yesem ayrı sızlıyor. hani öyle böyle değil. neyse onu başka bi yazıda anlatırım. yav, yediğim tekmede de değilim. bişeyler yanlış oluyor ama ney bilmiyorum. ulan şimdi, hani böyle; ille bi kızla bişiler yaşiyim diye koşturan bir adam değilim. olmadım da. ama bazı adamlar tanıdım. kızla tanışalı daha 3 gün olmuş; bütün yeteneklerini sergileme peşindeler. şunu çalıyorum, bunu yapıyorum; amuda kalkıyorum, şarkı söylüyorum, helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştiriyorum, vs. lan neyin derdindesin? amına kodumun maymunu. siktir git doğaya; çiftleşme dansı yap. bir de şu sosyal medyayla sübliminal verme diye bişi var. karşı cinsin (kız, erkek farketmez.) durumlarını, paylaşımlarını, fotoğraflarını, yorumlarını, hani sıçsa onu bile beğenmek suretiyle; tek gözü kırparak ''baaak; (göz kırp) anlıyosuuun, (göz kırp), ilgiliyiiim (göz kırp), hoşlanıyoruuum ( göz kırp)'' falan mesajı veriliyor. lan nöron. birazcık mitoz bölünmeye çalışsa en azından iş bölümü yapacak. tüm görevleri tek hücreye verince sıkıntı oluyor demek ki. böyle şeylerle çok karşılaşıyorum. ve bunun da adını aşk koyuyorlar ya. aşkınızı ızdırabınızı sikeyim.
adam demiş moruk: aşka inan; kadınlara inanma. çok da doğru demiş, güzel demiş.
lakin; bütün bu yazdıklarım da bir gün senin de memleket peyniri gibi hissetmene engel olmayacak. boşver be olm. şu adaletini siktiğimin dünyasında bizi de kemirecek bi iki fare çıkar elbet. çıkmazsa da küflene küflene ufalanırız. sanki bir gün karışmayacak mıyız toprağa?

8 Ocak 2014 Çarşamba

en güzel hikaye; en boktan son

''aşka inanın; kadınlara inanmayın.'' - kaan çaydamlı
blogun en kısa yazısı. söyleyecek çok şey, yazacak çok şey var ama anlatabilecek sözcük yok. bu yüzdendir notalara sığınmak; bu kez nim sofyan ile...

7 Ocak 2014 Salı

adaletini sikeyim

don terden götüme yapışmıştı. dolmuşun bakımı hiç yapılmayan amortisörleri sayesinde gayet hareketli bir yolculuk geçiriyordum. ülker'in üretim fabrikalarından birinin insan kaynakları ''departmanına'' başvuruda bulunmaya gidiyordum. gayet de takımlarımı çekmiş, traşımı olmuş, düzenli ve özenliydim. bu arada departman sözcüğüne acayip kılım. ne yarak kürek bişiydir anlamak mümkün değil. departman; ''sırf asgari ücret aldığın belli olmasın, kendini ezik hissetme'' demenin başka bir yolu bence. yarım saatlik bir yolculuktan sonra dolmuşun son yolcusu olarak araçtan indim. burası gardaşım. eyvallah abi. hadi rastgele. güvenlik noktasına doğru yaklaştım. önümde devasa bir alan ve ileride koca koca binalar vardı. ve gerçekten de karikatürdekilere benziyorlardı. yani çatıları zikzaklıydı. merhaba, dedim. kolay gelsin. ben iş başvurusunda bulunmak için geldim. içeri girebilir miyim? haa, hoşgeldiniz. ancak onu şöyle yapıyoruz. nasıl? 20'li yaşlarda, tahminen benden küçük güvenlik görevlisi son soruma cevap vermedi. elindeki telefondan gelen mesaja cevap yazmaya koyuldu. bir yandan da arkada duvarda dizili raflardan birine ilerledi. konuştuğumuz o küçük pencereden onu izliyordum. diğeri ise vantilatörün karşısında iyice yayılmıştı. raflardan birinden bir form çekip getirdi genç olan. buyrun, dedi. şurada doldurabilirsiniz. sarı bulmaca kalemlerinden uzattı bir tane de. yetkili biriyle görüşmem mümkün değil mi, soramaz mısınız? diye sordum. elimde cv'min olduğu bir dosyayla yarım saatlik yol tepmiştim ve buradan bir yetkiliyle görüşmek istiyordum. güvenlik bir sorayım ama sistem bu şekilde işliyor, dedi. içimden sövdüm ama belli etmedim. bekliyorum, dedim. kısa bir telefon görüşmesinden sonra; maalesef insan kaynaklarından kimse yokmuş şuan fabrikada. alımlarla onlar ilgileniyor, dedi güvenlik görevlisi. nasıl insan kaynaklarından kimse yok amınakoyim? dubai'de taşaklarını yayıp güneşlenecek halleri olmadığına göre; büyük ihtimal hepsi içeride bir gün önce oynanan fenerbahçe maçıyla ilgili sikindirik yorumlar yapıyorlardı ve elbette gelen kim olursa olsun; o an, o orospu çocuğunun keyfinden değerli değildi. cv'mi getirdim, dedim. bu formu doldurmama gerek var mı? maalesef, diye yanıt verdi güvenlik görevlisi bezgin bir ses tonuyla. cv'min bulunduğu bir dosyayı aldım ve formun arasına koydum. foruma sadece ismimi ve soyismimi yazarak bir de fotoğraf ekledim. ardından kendi cv'mi arasına koydum ve sanırım şimdi dolmuş oldu, diyerek görevliye uzattım. ama bu... diyerek söze başlayacaktı. ancak; zaten cv'mde olan bilgileri istiyorlarmış. sizin vaktinizi de daha fazla almak istemem, dedim. peki, başvurunuzu ileteceğiz, dedi. teşekkür ederim, diyerek ayrıldım. sigaramın bitmiş olduğunu o an farkettim. dolmuşun numarasını almıştım. burası yerleşimin dışında olduğu için belde dolmuşları arayınca geliyorlamış. aradım. başka biri var mı abi yanında? yok. tek başımayım. tamam abi 5 dakkaya ordayım. saol. 5 dakika boyunca ülker'e sövdükten sonra dolmuşa bindim. o sırada bir arkadaşım aradı üniversiteden. o da ücretli öğretmenlik yapıyordu. valla burda olsan süper iş yapardın ya. deli gibi ingilizce öğretmeni açığı var. valla gelsen direk öğretmendin. burda olur mu acaba? valla bilmiyorum, bi milli eğitime git istiyosan. hmm, değerlendirmek lazım aslında. milli eğitim onaylı sertifikalarım var. ingilizcem de iyi. süper olur olursa. ön koltukta olduğum için sürücü konuşmamıza kulak kabartmıştı. telefonu kapattıktan sonra; abi, ingilizce öğretmeni misin, dedi. yok be olm. ama ingilizcem iyidir. abi ben açık öğretim okuyorum. 3 yıldır bi ingilizce sınavımı veremedim. bi iki arkadaş daha var ya. ders verebilir misin? parası neyse veririz abi? ha? vereyim olm, ayıp ediyosun. kısa bi pazarlığın ardından cüzi bir miktarda anlaşmıştık. 4 arkadaşı daha varmış. her birinden kişi başı fiyat alacaktım. telefon aldık, verdik. şehre döndüğümde kendimi yorgun hissediyordum. bir yere daha iş başvurusunda bulunacaktım. ancak onu ertesi güne bırakmaya karar verdim. takım elbise yaz sıcağında çekilir çile değildi. ertesi gün şort, tişört ve terlik'le tamamladığım konsepti elimde 2 dosya cv tamamlıyordu. bir başka fabrikanın yolunu tuttum. daha önceki 3 - 4 tecrübeden edindiğim kadarıyla güvenlik dışında kimseyle muhatap olamadığımdan bugün de ben siklemiyordum fabrikaları. güvenliğe gittim. başvuruda bulunmak istediğimi söyledim. şaşırtıcı bir şekilde içeri aldı beni. güvenlikte form olmadığına göre içeri veriyoruz heralde diye düşündüm. gittim. lobide beklerken takım elbiseli, uzun boylu bi adam geldi. başvuruda bulunmak üzere gelen siz miydiniz, dedi. benim, dedim. şöyle buyrun lütfen, dedi. ulan noluyo, dememe kalmadan tak mülakat masasının önünde oturmuş buldum kendimi. ayak başparmağımı orta parmağımın üzerinde yakaladım. vücudum benden bağımsız hareket ediyordu. hoşbeşten sonra; bu alanda bir is tecrübeniz var mı? hayır yok, zaten yeni mezun oldum. hmm... böyle bir işte çalıştınız mı? hayır, zaten yeni mezun oldum. bu departmanda bir görev aldınız mı? hayır, yeni mezun oldum. adam birbirinden farklı ama anlamı aynı 3 soruyu art arda sorma başarısını göstermişti. peki, neden bu işi seçtiniz? üniversite boyunca ve şimdiye kadarki özel yaşamımda edinmiş olduğum tecrübelerin bu alanda başarılı olmamı sağlayacağını düşünüyorum ve sektöre ilgim de olunca başvurmak istedim. hmm... kendinizi nerede görmek istersiniz? bu alanda isim yapmış, sektöre öncülük eden, üreten ve değişimle gelişen bir yönetici olarak görmek isterim. tabi ki adam bu cevabımı ciddiye al(a)madı. neden alsın amınakoyim? adamın karşısında şort, tişört, terlikle ''bu sektörde yönetici olmak istiyorum, bıdı bıdı'' diyorum. adam içinden bir güzel ''sekter lan'' demiştir. hani siktir lan da değil; böyle yaya yaya sekter lan. birkaç soru daha sorduktan sonra teşekkür ederim, deyip beni uğurladı.
o sıralarda başvurduğum 5 fabrikadan hiç geri dönüş yapan olmadı. ders ver abi, geçemiyok, diyen çocuk aramadı. terlikle gittiğim son fabrika ise ofisinde çıkan yangınla haber oldu. ulan girmiş olsaydım, o yangını da ben çıkarırdım heralde. sonra sövdüm mü, sövdü oluyor. gel de sövme amınakoyim. ben sövmiyim, kimler sövsün. adaletini sikeyim güzel ülkem.

6 Ocak 2014 Pazartesi

yol

yol; yola çıkmayanın özgürlüğü, çıkanın tutsaklığıdır. insanların bilmediği şey, özgürlük timsali denizin, balıkçının ekmek kapısı, kurtulamadığı mahpusu, ayrılamadığı sevgilisi olmasıdır.
yola çıkmak, ölümle yaşam arasında bir seçim yapmak değil mi zaten? olduğun yerde çürümek yerine yolla büyümek, yeşermek, meyve vermek, yaşamak... en güzel tutsaklığın koynunda, bir memeden süt içmek.
yol, bir durma anıdır aslında. akıp geçen şey zamandır tekerleklerin altında. rahat olmamalı koltuk ki zamanın ağırlığı hissedilebilmeli. uyutmamalı mesela. yol boyu geçilecek tarih, dokunulacak hayatlar, o ilk bakış, ilk sevişme, ilk ayrılık anları ve bir sürü gözler önünden akıp giden renkler, tatlar, insanlar, sahneler...
hava kuşların tutsaklığı, deniz balıkçının, büyük karanlık boşluk insanın, yol da yolcunun. özgürlük hissi verdiğine bakılmamalı, çıkıldığı vakit sigaradan çok yolu çeker can. tedavisi yine kendisi olan bir bağımlılık...
ilk ayrılık, ilk acı, ilk bilinmezlik, ilk adım, ilk farklı ten, ilk farklı insan gözü,... birçok çocuğu vardır yolun. her birine gebedir ilk adımdan önce. yavaş yavaş, zaman geçtikçe doğurur, acıyla, sancıyla, neşeyle. dokunulmamış bir kadın yol; eline erkek eli değmemiş, hiç öpüşmemiş, hiç ayıplardan söz etmemiş, hiç sevişmemiş ama içinde hepsinin ihtirasını saklayan, günahkârların sırlarını gizleyen, örten, tutan, ölü hayvanların mezarı - ölümü ani ancak canavarca olan -.
yol; farklı insanların hayatlarından geçmiyorsa zevk vermez. bir derin alın çizgisi içinde kaybolmak gerekir; bir kadın vücudunun tuzunu tatmak, bir acı yaşamak gerekir severken. yol; en büyük ızdırap, en büyük ilaç...
kim bilir kaç filme konu olmuş, kaç hayatı yansıtmış ışıklar. kaç kişinin aklında çakmış şimşek. oyuncular anlamış mıdır acaba yolu, yolla ilgili filmlerde? yoksa sadece sahne miydi önemli olan? yönetmenin aklındaki? yol, belli bir süreye sığdırılabilecek kadar basit miydi? koskoca kitaplara sığmıyorken. bir damlayken bu yazı, koca bir okyanusta... Bir durup, düşünme isteği olmuş mudur farklı beyinlerde, akıllarda, ruhlarda? bir durakta, bir iç yolculuk anında...
her durak da bir yol ânıdır aslında. İnsanın kendine yaptığı yolculuk. yürekte biriken dostları bir bir geride bırakma isteği, harcama aymazlığı. Karar anıdır durak. bir sonraki yolun sonunu hayal etmek; bilememek.
sararmış bir yaprağın, rüzgârda savrulması değildir yol. ölüler yolculuk edemez. bir cesedin rastgele atılıp, dışlanmasıdır o. insanların benzetmelere verdiği roller bu yüzden yoldan uzaktır. yol diye bildiğimiz şey çizgilerle donanmış, kimi zaman gri, kimi zaman çakıl taşlarıyla dolu, kimi zaman kumlu, teker altında akıp giden o ''şey'' midir? yoldan uzaklar için belki ancak asıl yolcular yolun akılda, yürekte, gönülde olduğunu bilirler.
bir bardak çay, eski bir köy kahvesi - şu önünde koca bir ağaç olanlardan -, birkaç hayatın bir ucundan dokunup geçmiş, eli nasırlı, alnı çizgili, saçları ak, dişlerinin birazı dökük, derisi griye yüz tutmuş, lekelenmiş ama yüreği süt gibi temiz insanlar... ayrı hikayeler, ayrı fotoğraflar, ayrı anılar, ayrı umutlar, ayrı hayaller, ayrı hedefler aynı toprak, benzer insanlar...
büyük bir şehrin geceleri loş ışıkların vurduğu karanlık sokaklarından birinde küçük bir otel. kim bilir hangi günahlara gebe. bir erkeğin ruhuna sahip olamayan; bu yüzden aklı, kalbi, ruhu yerine kalçalarının okşanmasıyla yetinmek zorunda olan kadınlar...
kadınlar en acılı, en heyecanlı, en güzel ancak en günahkâr duraklardan biridir. gözleri, yüzü, dudakları, göğüsleri, kalçaları,... çoğu insanın bir et yığını olarak bakmasının sebebi de kadının kendine seçtiği yoldur; yada toplumun, erkeklerin ona mecbur kıldıkları yol. bir kadın tenine değmek isteği bazen çok başka yollara sürükler insanı. çok başka hayallerin, çok başka tatminlerin peşine. tek gecelik bir cinsel faaliyetten sonra tanınmaz kadın. yol gibidir. bir süre beraber gidilmesi gerekir. aklını, kafasını, ruhunu, gözyaşını, gülüşünü anlamak için sevişmek yetmez. İnlemelerin sonu gelse de kadın orada bitmez.
her yolun bir sonunun oluşu, bu sonu insan aklının üretmesindendir. oysa yol hiç bitmez. hayat gibi. ölüm olsa da hayat devam eder. ölenin dışında devam eder. işte o zaman ebedi yolculuk der insan; çünkü sararmış yaprağa benzetmişti yolcuyu. işte o an bir yaprak olunur.
aşk ve kadınlar; içkisiz çekilecek çile değil. her yol anında birkaç dosta ihtiyaç duyulur. bir telefon görüşmesine yetmeyecek duygular filizlenir içerde. bir mahpus temiz bir kat çamaşırın yolunu gözlemez aslında. bir tanıdık yüz, bir çift akla kazınmış göz. kadınlar da böyle değil mi?
aşk acısı da yolun çember olmasını istemez mi zaten. iki kişi zıt yönlere doğru giderken; tekrar karşılaşmak umudu bir yerlerde ve bu yüzden çember olmalıdır yol aşık olan için, seven için. ancak hiçbir yolun ucu diğeriyle birleşmez. ortadan böle geçer, kesişir belki. ancak bir pistte mümkün olabilir çember bir yol. bu yüzdendir aşkı hızlıca tüketişimiz...
kendi eksikliklerini başkalarında tamamlamak için yola çıkar insan çoğu zaman. kendine yapılan yolculuğun da özü budur zaten. kendini tanımak için başkasına ihtiyaç duyulan her an yoldasındır sen.
evden çıkmak, o ilk adım, o ilk kanat çırpışı bir yavru kuşun, düşerek öğrenmek hayatı; yanlışlara, hatalara, günahlara gebe bir yolculuğa çıkmak. bilinçsiz ve bilgisiz.
ta çocukluktan başlar o seyahat. arkadaşlar dürter sürekli. kaybolmak korkutucu olduğu kadar zevklidir aynı zamanda.
seni seven birilerinin olduğunu gösterir aranmak, merak edilmek. sevilmek güzel şeydir. mahallenin haşarı çocuğu olmak. ne kadar yaramazlık yapsan da sevilmek, sevilmek, hep sevilmek...
yol; sonsuzdur. çoğu kişi korkar yola çıkmaya ve bu yüzden ölüm vardır hayatta.
''yol yoluyla gidilebilir yâre, yada yoldan çıkılabilir apansız,
ve ömür bitebilir yoldan önce ama yol, bir yere gitmez.
o bir durma biçimidir.
yaşamak, hızlı bir ölme biçimidir.''

5 Ocak 2014 Pazar

gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar

bir sigara yaktım. gökyüzüne bakıyorum. bir uçağın yanıp sönen ışığına takılıyor gözüm. kim bilir nereye gidiyor. içindeki bir adam belki o an pencereden aşağı bakıyor. belki aynı anda bir başka şehirde bir adam karısına tokat atıyor. bir başka çift öpüşmeye başladı çoktan. bir başka şehirde ise belki bir cinayet işleniyor o an. bir çizer, bir kare daha çizip yatmayı hayal ediyor. bir başka şehrin en işlek caddesi, yağmur damlalarıyla ıslanıyor ve belki naylon brandanın altında bir kokoreççi, müşterisine acılı şalgam uzatıyor ve belki uzun, altın rengi saçları olan bir kız çocuğu ileride ünlü bir balerin olmanın hayalini kuruyor; gözlerini buz kesen tavana dikerek. tam o an yaktım uzun samsun'u. koca şehri yanarken seyrettim; dudaklarımın ucunda. uzun uzadıya. hindistan'a gitmek istiyorum. tozlu yolların, fakir insanların arasında hiçliği tatmak. anlamsızlığa anlam yüklemek. bir insanın yapacağı en mantıklı şey: yol. insanlar, şarkılar kadar anlayışlı değil. olmadı da şimdiye kadar zaten. bundan sonra da olmayacak. boşluğa bakıyorum. uçsuz, bucaksız, devasa boşluğa. kim bilir oralarda bir yerlerde tam da bana doğru bakan bir başka yaşamdan bir üye vardır. belki tanrı vardır. belki tanrı'yla göz gözeyim. ne zaman bu düşünce aklıma gelse sövmek istiyorum. tanrı'yla çok ciddi hasımız gibime geliyor. kulaklarımda salif keita - folon çalmaya başlıyor. bu şarkıyı uzun zamandır dinlemiyordum. ilk iş gidip dinlemeli, diye geçiriyorum içimden. ilk'in ve hiç'in acısı birbirine karışıyor. derin bir nefes çekiyorum sigaradan. beyaz duman gözlerimi yakıyor. usul usul ciğerlerimden boşaltıyorum zehirli havayı. yavaş yavaş ölmek bu herhalde. ama belki de en güzel ölüm şekli; içki - sigara. boşluğa bakıyorum. bana ne kadar da benziyor. yada ben ona benziyorum. boşluk. hiçlik. her şey bir anda anlamını yitiriyor. bir anda bir başka anlamıyla karşıma çıkıyor ama yine aynı son. bu bir devinim. bu bir kısır döngü. aslında tüm hayatımız, bir hayvandan farklı değil ve sadece bilinç bizde geliştiği için boktan şeylerle anlamlandırmaya çalışıyoruz. sanki bizim hayatımız bir kokarca'nınkinden daha değerliymiş gibi. iliklerime işleyen hiçlik duygusuna bırakıyorum kendimi. aklıma bankamatiklerde sabahlayan evsiz adamlar geliyor. birgün onlardan biri olacağımı bilmek, artık ürkütmüyor. konuştuğunuzda çoğu; asıl hayatın ne mal olduğunu anlamış kişiler. ha bunu anlamış olur muyum, bilmiyorum. ama bir şekilde bu hiçlik hissi beni oraya sürükleyecek ve ben bunun cazibesine karşı koyamayacağım gibime geliyor. bir gün bir şişe kanyak içip ısınacağım son paramla ve ertesi gün denize nazır kayalıkların arasında ölü bulunacağım. dünyadan gelip geçtiğim belli olmayacak. belki ondan önce sırf annem - babam mürüvvetimi ölmeden görsünler diye istemediğim bir evlilikle bir kızın hayatını mahvedeceğim. belki bunun azabı düşürecek beni oraya. ve annemle babamı kaçınılmaz olarak kaybettiğimde; ki bu acının mutlak oluşu insanı nasıl çıldırtmıyor, bunu anlamıyorum. yani normal şartlar altında her insanın göreceği 2 ölümden söz ediyorum. bunun olacağını bilip, nasıl çıldırmaz insan? belki onların acısı... ama ben, bilerek ve isteyerek hayata tutunmamayı seçeceğimi biliyorum. belki hayat güzel, kuşlar, çiçekler, böcekleri umut. vs... gibi safsatalarla biraz daha zaman harcayabilirim. ama eninde sonunda geleceğim durak o olacak. çünkü hayat sittin sene güzel olmadı, bundan sonra da siksen güzel olmayacak. ve belki elinden bir bardak su bile içmeyecek olduğum o kızı boşayacağım. 3 ay nafakasını ödeyip, 4. ay iflas bayrağını çekeceğim ve belki de hapse düşeceğim. bir fırından ekmek çalacağım ve 2 gün nezarette dayak yedikten sonra; gene bir kış günü küçük bir spor salonunun köşelerinden birinde ince bir kat battaniye ve tente yataklar üzerinde yatacağım. grip olsam ilaç alamayacağım ve yol kenarında belediyenin diktiği narenciye ağaçlarından turunç ile mandalinayı ayırana dek dilimin tat alma duyusunu harcayacağım. ve tek harcayacağım duyu o olmayacak. duygularımı harcamışken, duyuların lafı bile edilmeyecek belki ve yine bir kış günü erkenden salıverdiklerinde bizi; balıkçı teknelerinin etrafında, içine ateş yakılacak bir bidon bulamadığım gün, dalgaların çarpıp parçalandıkları kayalardan kayacak ölü bedenim ve soğuk suların içinde yüzüstü yükseleceğim. ertesi gün sırtıma, suya düşen ilk cemre'nin sıcaklığında, güneş vuracak.
ancak şimdi gece. gecenin en berrak zamanlarından biri. hayatımızda her daim güneşi beklediğimiz an. neden gece uyuruz ki? belki de güneş'i beklerken zaman en hızlı öyle akıyordur. hep bir ışık beklemiyor muyuz? uçağın yanıp sönen ışığı artık gözden kayboluyor. şimdi parıldayan yıldızlar ve sönmeye yüz tutmuş izmaritin ışığından başka ışık yok. sigarayı yere atıp, üzerine basıyorum. dudaklarımdan bir başka şarkı dökülüyor: gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar; yer yüzünde sizin kadar yalnızım...