23 Ağustos 2015 Pazar

konteynır

1993 sonbaharı - izmir
saatler çalışmayı gösteriyordu. aslında tam olarak köleliğe işçilik geçiyordu saat. daha çok zaman vardı özgürlüğe. ah bir bilselerdi bu konteynırlarda ne dizeler dökülüyor yüreklerden. bilinmezdi. bilinemezdi. yevmiyemizi veren adam bile uğramazdı konteynıra. eşek bağlasan durmazdı ya... biz duruyorduk. durmak zorundaydık. kör boğaz durmuyordu. kader, öl diyordu ama bir türlü ölemiyorduk. nasıl oluyor da kimse bizi bu köle hücrelerinde bulamazken yaşamaya sebep bulabiliyorduk artık biliyorum. kalbimiz vardı, irademizi aşan; seviyorduk. hiçbir zaman tanışamayacağımız kızları seviyorduk. akşamları yorgun bedenlerimizi asıyorduk kapının arkasına ertesi gün yeniden giymek üzere. narin ruhumuz uzanıyordu yatağa. ve sevdiğimiz kızları anlatıyorduk akşamları vakit bulursak ve yorulmamışsa vücutlarımız, kordon boyu attığımız turlarda görebildiğimiz.
konuşmuyordu sami. paketinden bir dal daha çıkardı. sigarası gibi yanıyordu yüreği de. kendini tüketerek. yarın harç geliyormuş, dedim usulca. aldırmadı. zaten olacak olan olurdu. gözlerini kordon boyundaki gösterişsiz bir kafeye dikmişti. oradaki bir garson kızı seviyordu. kızın üniversiteli olduğunu öğrenmişti. tabi kızın sami'nin varlığından bile haberi yoktu. akşamüstüleri vakit bulduğumuzda gelirdik hep. soğuk betona oturup, sıcak koltuklara oturan yaşıtlarımıza hizmet eden o garson kızı izlerdi sami. ben ise sahil yolunu kullanan bir başka kızı seviyordum. kızın hakkında en ufak bir bilgim yoktu. bir ara elinde zülfü livaneli'nin diktatör ile palyaço kitabını görmüştüm. buradan sol görüşlü olduğuna, halkların eşitliğine inandığına, işçilerin haklarını savunduğuna ikna etmiştim kendimi. ne zaman geçeceğini hiç bilmiyordum. zaten ilk gördüğüm günden sonra sadece 2 kere daha görmüştüm. bir umuttu. belki geçerdi.
yaşadığımız yerde eşek bağlasan durmazdı ama gençtik. sami 23'ündeydi henüz. şiir yazardı. türkü söylerdi. güzel de söylerdi. ama kötü yazardı sami. pek anlamam şiirden ama kafiyesiz, ölçüsüz şeye nasıl şiir denirdi? aldırmazdı bana. annesi, sami küçükken vefat etmişti. babası ve bir kardeşi faili meçhule kurban gitmişti. 2 kardeşi daha vardı sami'nin. biri üniversite okumaya diye gitmiş, eskişehir'de öğrenci protestolarında içeri alınmıştı. diğeri ise amcasının yanında çalışıyordu. sami babasının, abisinin katillerini aramıştı bir zaman. aradıkça belaya bulanmış, belaya bulandıkça karanlık ellerin soğuğunu hisseder olmuştu. daha sorsa, o da ölecekti. işte o an kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığını anlayıp izmir'e gelmişti. inşaatta tanıştık sami'yle.
sami, sigarasını söndürdü. izmaritini denize fırlattı. kız da sipariş getirmek için gözden kaybolmuştu. artık burada kalmayacağım, dedi. neden diye sormadım. kim bu hayata razı olurdu ki? nereye, diyebildim sadece. nereye gideceksin? istanbul'a. başka iş bakacağım. gerekirse taş taşırım. istemsizce güldüm. şuan farklı bişey yapıyoruz sanki, dedim. boş bir bakış attıktan sonra bir dal daha çıkardı paketinden. sen de gel, dedi. kaybedecek bir şeyi olmayan adamlar için çok kolaydı radikal kararlar almak. bakkaldan ekmek almak kadar kolaydı. nasıl olsa kaybedecek bir şeyleri olmazdı. daha kötüsü yoktu çünkü. dibi gören insanlar bunun radikal bir karar olduğunun farkına bile varmazlardı. gelemem, dedim. neden? borcum var patrona. ne borcu? borç aldığımı söylememiştim. yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmese de hesabımız ayrıydı. köyden haber geldi, dedim. dedem hastaymış. para lazımmış. ben de patrondan borç istedim. biraz para aldım. maaşımdan kesersin dedim. ben gelmek istesem de patron salmaz beni. boğazına tasma takılmış bir köpek gibi hissediyordum kendimi. ancak bu his bile biraz lükstü.
4 gün daha çalıştı sami. bir gün son kez çıktı konteynır'ın kapısından. sabaha karşı saat 3'te. bekçi işkillenmesin diye de yaktırmadı ışıkları. karanlıkta vedalaştık. gözlerimdeki yaşları görmedi. görseydi kesin şairane birkaç söz söyler, avutmaya çalışırdı. parasıyla kendine bir tshirt pantolon almıştı. onları giydi sami. yeni bir başlangıç olacağına inandırmıştı kendini.
3 yıl geçti. 6 inşaat bitti sami'nin ardından. ilk 6 ay mektuplaştık. sonra seyreldi. sonra tükendi. bu kez o radikal kararı ben aldım. sami dönmediğine göre rahata kavuşmuştu. belki kader bana da gülerdi. durumu kötü olsa gelmez miydi? gelirdi elbet. nereye gidecekti? her yere gidebilirdi...
gün ağarınca yola çıktım. yol bitmiyordu. sigara üstüne sigara yakıyor, hiç bilmediğim o devasa şehirde ne yapacağımı düşünüyordum. en son mektup adresinden başlayarak iz sürmeli, sami'yi bulmalıydı ilk iş. o yardım ederdi.
sordum, soruşturdum. bir hafta aradım sami'yi. en sonunda bir inşaatı tarif ettiler. gittim. akşam karanlığı çökmek üzereydi. gözlerim sami'yi arıyordu. sanki nerede bulacağımı biliyormuş gibi işçilerin kaldığı konteynıra baktım. oradaydı sami. beyaz bir atlet vardı üzerinde. kanını, terini katarak kazandığı ekmeği bölüyordu yemek için. sami? muzaffer! seni hangi rüzgar attı buraya? kalktığı gibi öyle sıkı sarılmıştı ki, yılların özlemini bir anda dindirmek istiyor gibiydi. aynı şekilde karşılık verdim. hiçbir şey konuşmadan cem karaca'dan söylemeye başladı: ben ekmeğimi böldüm de yedim, suyumu kazandım da içtim, diye. sofraya buyur etti. çalışmaya mı geldin, ziyarete mi? bilmiyorum, dedim. çalışmaya sanırım. hafızam canlanıyordu. izmir'den çıkışını hatırladım. bunun için mi gelmişti? bu muydu büyük umutlar? bir konteynırdan bir başkasına... gel, dedi karanlık çökünce. seni şehrin en güzel yerine götüreceğim. takıldım peşine. hem bir iki laflarız. harika olur. boğaz köprüsünün ortasına kadar geldik. bacaklarımızı uçsuz bucaksız gibi görünen marmara'ya doğru uzattık. ee muzaffer, ne var ne yok izmir'de? bıraktığın gibi. bıraktığın gibi olduğu için de ben de gelmeye karar verdim. iyi yaptın, iyi yaptın... gözleri çökmüştü. zayıflamıştı sami. saçlarında aklar bile belirmişti şimdiden. oysa daha 26 yaşındaydı. işten güçten, hayattan konuştuk. kafede çalışan kızı bile sordu. artık çalışmıyor orada. başka bi yerde de görmedim. okulu bitti heralde, dedim. gülümsedi. güzel kızdı ama, dedi. eli ekmek de tutuyordu üstelik. inşallah kısmeti de hayırlı olur. hava soğuktu. beton soğuktu. deniz soğuktu. şiir yazıyor musun hala?  en son istanbul'a gelirken yazdım. sonra bıraktım. belki de sen haklıydın. kafiyesiz, ölçüsüz... ne bileyim. ne yazdın? okuyim mi? oku, dedim. şiirlerini de özledim. gülümsedi. gökyüzüne baktı ve ''vedalarımız bile fiyakalı olmadı, çünkü biz yaşamak için çalışmak zorunda olan, fırsat olursa da araya gençliğini sıkıştıran çocuklardık.'' dedi. işte buna şiir derim, dedim. güldü. ayaklarımız üzerinde duruyorduk fakat yine de o en onulmaz boşluktaydık. tıpkı boşlukta sallanan ayaklarımız gibi. beton soğuk, hasta olucaz, hadi gidelim. yarın ben patronla konuşurum. işbaşı yaparsın. şehrin ışıklarını gösterdi. işte burası istanbul. istanbul'a hoşgeldin... şehrin ışıkları arasında hiçbir zaman görünmeyecek olan konteynırın ışığını hayal ettim. kimsenin umrunda değildik. kimse de bizim farkımızda değildi. sami'nin sırtına hafifçe vurdum. iyi ki varsın lan, dedim. ehehe eyvallah, sen de öyle, dedi. kalabalıkların arasında kaybolduk.