28 Eylül 2012 Cuma

neşet ertaş

''ne yemek, ne içmek, ne tadım kaldı.
garip bülbül gibi feryadım kaldı.
alamadım eyvah, muradım kaldı.
ben gidip, ellere kalan dünya.


ah yalan dünya, yalan dünya;
yalandan yüzüme gülen dünya.''


ben beceremem neşet babam. çok sözün azı, az sözün özü diyorsun ya; yapamam ben. ne yalan söyliyim. olmaz. hele ki verdin ya acı haberi, verdin ya sonsuz hasretin rüzgarını gönlümüze, hiç olmaz. hangi sözcük anlatsın seni? hangi lisanda var karşılığın? sen ki pir sultan'dan bize miras, aşık veysel'den, muharrem ertaş'tan bize kalansın. nasıl yazsın seni bu küçük adam? nasıl anlatsın okul görmeden, nice okumuşa nice şeyler öğütleyen insanlık derslerini?
yalan dünya, diyordu neşet usta. her zamankinden farksız bir sabahtı oysa ki. neşet ertaş'ın ''yorulup gitti''ğini duyana kadar... grup destan'ın obur dünya şarkısını bilenler sözlerini hatırlayacaklardır; aklıma gelmeden duramadı o şarkı. onu da mı yedin lan dünya, diye soramadan edemedim. elim, ayağım titredi. ağlacak oldum. o gönül adamı ağlarken sözcüklerle, gözyaşımdan mı utandım nedir, sustum. yüzyüze gelmedim hiç. babamdan dedemden aşık veyselli yılları duymuştum ya, o hasretti belki onu bana yakın kılan. ozanlı bir devirde yaşama şansına erişmiştik. babam gibi, dedem gibi... ''çok sözü az, az sözü öz'' eyliyordu neşet usta. sözleri öyle derindi ki, insanı ta gönlünden tutuyordu. babası muharrem ertaş'ın heykeli dikilirken eşek üstüne yapmak istemişler. neşet usta; olmaz, demiş. zaten ömrü boyunca eşek üstündeydi. eşek de bir can taşıyor. bu kadar zulmetmeyelim. bugün muharrem ertaş heykelini görenler; muharrem ertaş önde otururken, eşeğin de arkasında ayakta durduğunu görürler. bir hayvana bile bu kadar saygılı iken, ayrımcılık olmasın diye devlet sanatçısı ödülünü reddeden, ben halkın sanatçısıyım, diyen, zamanında ülkesinde hor görülmüş, tezek kokuyor denilmiş, düğün şarkıcısı denilmiş bir adam o. ama yüreği büyük, yüreği geniş, yüreği belki mevlana'yla yarışır. pir sultan abdal gelse can dostu ilan eder neşet ustayı.
şimdi özlememek mümkün mü? kim daha büyük bir aşk yaşayabilecek; ''evvelim sen oldun, ahirim sensin'' den öte? kim hasretini anlatabilecek; ''gönül dağı''ndan öte? kim hadi kalkıp oynayalım dedirtecek ''kesik çayır''dan başka? kim olacak, dertli anların dert ortağı? bir kadeh kaldırışında sanki karşında oturan, yanık sesiyle sevda yanığı türküler okuyan adam nerede şimdi? son ozan'ın arkasından ağlamamak mümkün mü? piyasa bu kadar saçmalıkla dolarken, böyle bir adamı özlememek mümkün mü?
kalk gel be neşet abi, demenin faydası olsa keşke. o sazından çıkan tınılardan, o yüreğinden dökülen sözlerden daha ne çok şey öğrenecektik...
yoruldun, gittin be neşet ustam. babam gibi sevdim seni görmeden. küçük yüreğime sığdırdım seni. şimdi gözyaşımdan taşıyorsun. hoşçakal neşet ustam. son ozanı yakalayan son nesilden binlerce selam sana.
kalbimizde, derdimizde, dermanımızda, hüznümüzde, neşemizde, dert ortağı bir ufak şişemizde, beni anlayan tek şey o dediğin sigaramızda, aklımızda, anılarımızda, kulağımızda, her şeyimizde hep var olacaksın. çocuğuma nasıl anlatmayayım seni? nasıl bilmesin senin gibi birini?
söz veriyorum neşet usta. gittiğim her yerde senden açılacak sözüm, seninle kapanacak gözüm...
uğurlar olsun. mekanın cennet, toprağın bol olsun...
özlüyoruz, özleyeceğiz. ama asla unutmayacağız seni, bozkırın tezenesi'ni...

17 Eylül 2012 Pazartesi

götüm terledi

en ergen zamanlarımızdı. sivilce üstüne sivilce patlatıyor, 31 üstüne 31 çekiyorduk. istiklâl marş'larında, sabahları, okul çıkışlarında, kantinde kızların götüne değdirdiğimiz, eteklerinin altlarına bakmak için çırpındığımız, çeşitli cinsel yakınlaşmaları keşfetmeye başladığımız zamanlardı. okul binası E tipiydi. bahçesinde 2 basketbol sahası, 2 voleybol sahası ve bir de toprak futbol sahası bulunuyordu. geniş bir de ön bahçesi, ön bahçede de büyük bir salonu ve sahnesi olan etkinlik binası ve önünde de genişçe bir kantini vardı. o zamanlardan yıllar sonra hala o binaya bakarak, o koridorlarda dolaşarak o gülüşmeleri, ayak seslerini, tartışmaları, öğretmen azarlarını, o ''öğretmen''den ''hoca''ya geçişin garip hikayesini dinlemek mümkün. yine öyle bir günde bir arkadaşımla okulu ziyarete gittik...
ne güzel günlerdi dimi lan? valla güzeldi amınakoyim. olm şeyi hatırlıyo musun sen, neydi lan adı o çocuğun? hani dondurmasının içine sinek koymuştuk, ısırarak yiyo diye. kusmuştu. ahahaha! hatırlamam mı lan! beraber yaptık ya amınakoyim. ehehehe! bi de şey vardı meme uçlarını sıkıyoduk milletin. (kızların arasında da yayılır, iki meme elleriz diye icat ettiğimiz şaka elbette ki geri tepti. bir süre sonra erkekler göğüslerde kızlarla kapışacak, sütyen takacak hale gelmişti.) ahahaha aynen. olm şaka maka güzeldi be. ha? dimi? gülümser teyze noldu lan? hala açık mı acaba cafesi? bilmem, hiç haberim yok. gülümser teyze demişken, bedavaya yediğimiz tostları hatırlıyo musun? bunu söylerken yüzüne piç bi gülümseme oturmuştu. ben de aynı şekilde gülmeye başladım. işleyen ve hala işleme kapasitesi olan plân şuydu:
öğle arasının ilk anlarını bekliyorduk. kantinin en kalabalık olacak zamanını. herkes tost, patso, simit, vs. peşinde. bir yığılma oluyordu haliyle. biz de hoşlandığımız kızların arkasına geçer, değdirebildiğimiz kadar değdirirdik fırsattan istifade. o arada da kantinci gülümser teyze'ye seslenirdik: gülümser teyze nerde kaldı bizim tostlar yaa? açlıktan ölücez burda. (aynı anda kıza değdirerek, arkasını dönüp) olm itmesene! gülümser teyze'nin başı kalabalık, kafası karışık, para hesabı zor. beyni sulanmış. öyle böyle değil gülümser teyze. biz de bundan yararlanıyorduk. gülümser teyze o ara çıkarıp 2 tost veriyordu. tostla yetinmeyecek kadar da piçtik. e gülümser teyze, 2 tost 10 TL mi oldu? para üstü? ne verdin çocum sen? 10 TL verdim teyze. eyi, al bakalım. 7 TL de vermediğimiz paranın üstünü alarak, hem bedavaya 2 tost, hem de 7 TL kazanıyorduk. kârlı bir ticaretti.
gülümser teyze'ye o kadar zarara uğrattık ama kadın gene de yılmadı. okuldan kazandığı paranın üstüne biraz daha birikmişinden koyup bi cafe açtı. hala okul kantinine devam ediyo mu bilmiyorum. ama cafesi hala var. ha, gidiyo muyuz? hayır.
okulun pas tutmuş, kırmızı banklarından kalkarken koca binaya baktım. kaç hayatın buradan akıp geçeceğini, kaç liselinin daha hocanın götüne bakıp, tuvalette 31 çekeceğini, kaç erkeğin daha en arka sırada çavuşu tokatlayacağını ve silgisini düşüren kızların gözlerinin büyüyeceğini, kaç öğrencinin daha pantolonun cebini delip, sikin başını ordan çıkarıp, ıslak ellerle kızlara giderek ceplerinden mendil çıkartmaları için ısrar edeceğini ve kaç hocanın da öğrenciler yüzünden delireceğini, kaç kopyanın daha sıralara yazılacağını, kaç aşkın daha defterlere çizileceğini merak ediyordum.
ben bu düşünceler içindeyken; arkadaşım mırıldandı: ''olm, götüm terlemiş lan.''
önce dikkatimi çekmeyen bu söz, birkaç dakika sonra anın duygusallığının da verdiği etkiyle oldukça sağlam bir söz gibi göründü bana. aslında sadece liseyi değil, tüm bir hayatı anlatıyordu bu söz. ölmeden önce son söyleyeceğim söz bu olur bence. götüm terledi. hayatta koşuştururken hangimizin götü terlemiyor ki?

kaç şeker?

saat öğlen 3'ü biraz geçiyordu. pc başında geçirdiğim süre 4 saati geçmişti. oynadığım oyunları tekrar oynamaktan, oyun piyasasının kısırlığından, can sıkıcı tekrarlardan cinnet geçirecek kadar sıkılmıştım. morpheus'u aradım. sürekli güneş gözlüğü taktığı ve iri yarı olduğu için ona bu ismi takmıştık. selam moruk, naber? iyidir kenks, senden naber? hangi dağda kurt öldü lan; aramazdın? canım sıkıldı yaa. dedim, sıcak bi bardak çayın vardır heralde? ha? var var, gel hadi bekliyorum. yola çıktım bile, görüşürüz. görüşürüz. dıt dıt dıt dıııt. canım oraya gitmek istiyor muydu bilmiyorum. morpheus ilkokuldan arkadaşım. aydın'da bi yerel gazetenin matbaasında çalışıyor. yanına gitmem çok uzun sürmedi. tam matbaaya girmek üzereydim ki; hüyooop, lan, nerelerdesin olm sen? ehehehe! oha tesadüfe bak yaa! şaşkınlığımı gizleme gereği duymadım. okul yıllarındaki en azılı düşmanlarımdan hüseyin'di bağıran. iyidir hacı, buralardayız, dedim. sen neler yapıyosun? koşuşturuyoruz yav, ehehe kaç yıl oldu lan? ne günlerdi amınakoyim! yaa, güzel günlerdi hüso, dedim içinden siktir lan amcık hoşafı diyerek.
şimdi buraları biraz sepyalaştıralım ve mavi önlüklü ilkokul yıllarına dönelim. ezeli düşmanlığımız ilkokul 2. sınıfa kadar dayanıyordu. ilkokul 2. sınıfta zamanın meşhur oyunlarından simit'i oynuyoruz. biz 2/a iken hüseyin 2/b'deydi. kendi aramızda oynarken, kaynaşma bahanesiyle adam dövmenin en zevkli hali olan bu oyuna 2/b'ler de dahil olmak istedi. biz de kendimize güvenip kabul ettik. onlardan biri ebe olduğunda bizim peşimizde, bizden biri ebe olduğunda onların peşinde koşuyordu. bu şekil bir iki tenefüs devam etti oyun. taki bizden birisinin yediği yumrukla burnu kanayana kadar. kanı görür görmez morpheus, b'lerden birine çullanmıştı bile. arkasından biz de girdik kavgaya. okul bahçesinin ortasında, 2 sınıf birden birbirimize girdik. herkes çember yapmış bizi izliyordu. bir iki dakika içinde baya bi kişinin ağzı burnu dağıldıktan sonra nöbetçi öğretmenler azarlayarak kavgayı dağıttı. tabi ki bu işin bir de çıkışı vardı. okuma yazmayı 4 yaşında annemden öğrendiğim için okulun en başarılı öğrencilerinden biriydim. sınıfta sayılıp seviliyordum. okul çıkışı hüseyin gelip bana sataştı. birbirimizi ittik falan. bizimkiler arkamda tek bir hareketimi bekliyor. hüseyin, adam gibi dur, dememe aldırmadı. kalçama doğru bi tekme attı. aynı anda ben de suratına yumruğu yerleştirdim. arkasından bizimkilerle b'ler arasındaki yarım kalmış hesap, tekrar görülmeye başlandı. sayıca azlardı. ama tek başıma dövemezdim. çokluğu fırsat bilen bi iki arkadaşım ve morpheus benimle beraber hüseyini dövmeye başladık. çocuğun dudağı patladı. başını kaldırıma vurdu. mavi önlükler kızıl kana boyandı. o yaşta o nefrete nasıl sahiptik bilmiyorum. ama amerikan deyişi gibi "what's done, it's done". yoldan geçen bi iki amca bizi ayırdı ve bi adam hüseyini ve iki arkadaşını alıp acile götürdü. bu havamıza hava katacak bi hareketti. çocuğu hastanelik etmiştik. ertesi gün dudağı ve başı sargılı halde gelen hüseyin'in yüzünde de çeşitli morluklar vardı. annesine merdivenlerden düştüğünü söylemiş. annesi de gelmiş okula. müdürle konuşuyor. ilk derse girmeden, andımızdan sonra müdür bizi ve b şubesini dağıtmadı. bekletti. hüseyin yanındaydı. bunu kim yaptı, dedi hüseyin'e. hüseyin konuşmadı. müdür sesini yükselterek bir daha sordu: bunu kim yaptı? hüseyin ağlamaya başladı. bilmiyorum öğretmenim, kavgada oldu, dedi. nöbetçi öğretmen bir gün önceki durumu çıkıştaki kavgadan habersiz, müdüre anlattı. müdür, hepimizin iyi çocuklar olduğunu, neden böyle yaptığımızı anlamadığını, kardeş kardeş oynamamız gerektiğinden söz edip, hüseyin'in annesine bunun tekrar yaşanmaması için dikkat edeceğini bildirdikten sonra bizi sınıflara yolladı. daha sonra bu konu veli toplantılarına da taşındı. o zamana kadar tek derdi; ne zaman top oynucaz lan? olan bizler için çok ciddi bir konuydu bu. sanki gizli bir operasyonda bulunmuş ve açığa çıkmıştık. şimdi de insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında yargılanıyoduk. zamanla konu kapandı. hüseyin kim vurduya gitti. ertesi yıl, hüseyin bizim sınıftaydı. ve sürekli beni ispiyonlama peşindeydi. kafamı arkaya çevirsem, öğretmenim konuşuyo, dışarı baksam, öğretmenim sizi dinlemiyo, vs... "e be amınakodumun iti, sen öğretmeni dinliyceene niye beni dikizliyosun peki? yarak anteni! ben gene tüm karneyi 5 getiriyorum, senin beden eğitimin bile 3 amınakoyim!" demek hiç aklıma gelmedi o yıllarda. ama şimdi olsa gözünün yaşına bakmam. bu okul bitene kadar sürdü. şimdi zamanı tekrar bugüne alalım. renkli ekrandan devam. ne işin var olm senin burda? bizim morpheus'u görmeye geldim, sen? ben de burda çalışıyorum. basılan bi iki defter vardı, onları teslim etmeye gittim. aklımda türlü şeyler dolanıyordu. ulan zamanında benden çok morpheus benzetmiştir bunu. ama o morpheus'un yanında çalışıyor. vay amınakoyim, dedim içimden. içeri girdim. selam morfi, nasılsın? dedim. çay hazır değil galiba? gülümseyerek sarıldım. morfi, sarılırken kulağıma; çay var da içicek ortam yok, şu salağı bi yere daha yolliyim, dur, diye fısıldadı. gülümseyerek, birazdan demlerim, ee ne var ne yok? dedi. cevap beklemeden; hüseyin, şu defterleri de vericektim sana yaa, hadi bi koşu eski sanayiye ali abi'ne bırakıp geliver şunları? ha? hüseyin isteksiz cevap verdi: olm kaç yıl oldu lan görüşmeyeli, bırak iki muhabbet edelim. olm, o daha burda, bak adamlara söz verdiydik bugün için. mahçup olmayalım, hadi kardeşim benim. iyi hadi iyi, nerdeydi onun dükkanı? eski sanayide sanayi lokantasının arkası, demirci ali abi desen, gösterirler. hüseyin bana dönüp; kaybolma bak bi yere, geliyorum, dedi. buralardayım, merak etme, dedim. hüseyin çıkarken morpheus; şşt şşt bak, diyerek; baş parmağını, işaret ve orta parmağın arasına sokmuş halde yumruk yaptığı sağ elini gösterdi. demirci ali abi, yeni sanayide, ben bu salağı eski sanayiye yolladım. eski sanayide 2, yeni sanayide de 3 tane sanayi lokantası var. arasın dursun pezevenk. en az 2 saat kafa raat amınakoyim, dedi. gülerek; hiç değişmiceksin dimi lan morfi? dedim. şartlar beni değiştiremez, ben şartları değiştiririm, dedi ve mutfağa gitti. iki ince belli bardakta dumanı tüten çayları getirdiğinde göz kırpıp, gülümsedi; yeni demledim, kaç şeker?

14 Eylül 2012 Cuma

saliha teyze


kartopu oynarız olm! on numara olucak! siktir lan, günlük güneşlik havada ne kartopu amınakoyim! lan mal, çıkınca görürsün! görücez, kar olmazsa, ordan bulduğum ilk dalı sokucam götüne! kar olursa da ben de o dalı kara bulayıp, sokucam sana, soğuk soğuk!
muhabbetinize sıçıcam beyler! acele edin lan!
puyol kar yok diye diretirken, mamut (mahmut değil mamut; ayıdan daha iri bi arkadaş) ille var, kartopu oynarız, diyordu. bir arabaya doluşup paşa yaylasına çıkmaya karar vermiştik. paşa yaylası, aydın'da yılmazköy'ün yukarısında, şehirden 18 km. uzaklıkta bi yayla. deresi derin, suyu serin bi yer. hani karpuz falan koysan (patlamayanından) suya, bi süre sonra yarılır ortadan. o derece soğuk suyu. biz 3 kafadar cepte metelik yok iken karar verdik yaylaya çıkmaya. on numara olucak falan derken gaza getirdik birbirimizi. puyol'la mamut'un boktan tartışmalarının ardından nihayet yola çıktık. yavaşla lan, yavaşla, diye haykırdı puyol birden. noldu lan? bişi yok olm, dekolteli bi hatun geçti az önce amınakoyim. memeler fora. off of! aklı yedim ben beyler. bu herif çıldırttı beni! mamut arabayı kullanıyordu. puyol birden haykırınca frene asıldı. arkadaki araçlar da kornaya. gene bi tartışma yaklaşıyordu. mamut söylenmeye devam etti bağırarak. abaza herif abi, abaza amınakoyim! daha ne olsun ki? ne bekliyosun yani! siktir lan dallama, sen de göte memeye bakıp 31 çekmiyo musun? ibne misin lan sen? uzamasın diye araya girmek gereği hissettim. olm, o değil de yukarıya çıkarken acıkırız lan. marketten falan bi şeyler mi alsak? kafanı uzat, dedi puyol. noldu lan, dedim. alnından öpücem, dedi. çok mantıklı konuştun be olm. karnımda mozart çalıyor amınakoyim. saygı duyun beyler. sonunda yılmazköy'e ulaştık. köy bakkalına girdik. adam bizi şehirli görünce giydirmeye kalktı. çubuk krakere 1.25 TL fiyat çekiyor lan. kodumun herifi, diye geçirdim içimden. kazıklıycak yer arıyor. köylü falan deyip geçmiycen olm, asıl uyanıklar orda amk. içeri bi teyze girdi. saçları ağarmaya yüz tutmuş, kara gözlü, esmer tenli, 70lerini yaşadığı belli bi teyze. ekmek aldı bakkaldan. döndü bize, siz buradan değilsiniz evladım, yaylaya mı çıkıyosunuz, dedi. evet, teyze, bişiler alalım dedik ama bakkal ateş pahasıymış, dedim. amacım bi yandan da bakkala laf sokmaktı. açsınız yavrum, belli. böyle abur cuburla karın doymaz. gelin benimle, dedi teyze. birbirimize baktık. puyol'la göz göze geldik. tamam anlamında gözlerini kapadı puyol. takıldık teyzenin peşinde. köyün üst taraflarında bi evi varmış. arabayla oraya kadar çıkardık. benim de oğlan var 2 tane sizin gibi. biri öğretmen olacak inşallah, birisi işletmeci. kızım da var, ben de onun yanına gelmiştim. everdik kızı, çok oldu. teyze hikayesinden kesitler sunarken, amca ne iş yapıyo teyze, dedim. elbette ki mesleği beni ilgilendirmiyordu, yaşayıp yaşamadığını merak etmiştim. amcan zeytincilik yapardı oğlum, öte yana gitti. çok oldu. traktör ezdi, dedi. başın sağolsun teyzem, derken o kadın annem gibiydi sanki. böyle bi şevkat, bi sevgi, bi sevecenlik, bi sıcaklık... evine vardığımızda "oturun yavrum" deyip bahçedeki çardağı gösterdi. asmalardan yaptığı çatısından güneş girmiyordu. gittik, saman minderlerin, saman yastıkların üstüne oturduk. 10 dakika sonra teyze içerden çıkageldi. Elinde bi tepsi, üzerinde 2 ekmek ve bir tava. teyzem, açız diye 4 yumurtayı kırmış, üzerine de egelilerin kesik dediği diğer yerlerde ekşimik olarak bilinen peynirden serpmiş, kırmızı biber de dökmüş biraz. sarı, beyaz, kırmızı. yanına da yeşil soğan koymuş biraz. ayran da dövmüştüm, ondan da getiricem, siz yeyin yavrularım, dedi teyze bize. donakaldım. ulan, dedim içimden, hiç tanımadığımız bi kadın, bizim gibi 3 hıyarı alıp, karnımızı doyurucak ve bu kadar güvenecek? gidip, altınını parasını çalsak çalarız. buz gibi ayranları da getirdi teyzem. hani o an lüks bi restorandan en iyi pişmiş etler, kuzu dolmalar, rostolar falan gelse o kadar lezzetli olamaz. buz gibi gelir, o gelenler. bi de sofraya bakkaldan aldığı o 2 ekmeği koymuş. taze taze. teyze, dedim. bu böyle olmaz. varsa yapılacak işin yapalım, eksiğin varsa alalım. allah razı olsun, karnımızı doyurdun da bizim de sana bi faydamız olsun, mahçup olmayalım? teyzem gönülsüz, teyzem can, teyzem canan. yok yavrum ne ihtiyacım olacak bu yaşta, bi allah razı olsun demeniz yeter. size duamı eksik etmem, dedi teyze. yedik, içtik, bütün bir ana sıcaklığını tattık. teyzeden ayrıldık. ismini sordum, saliha'ymış. bakkala geri döndük 3 ekmek aldık. bi de bisküvi. yoldan çevirdiğim bi çocuğa, bu bisküviyi ister misin? dedim. evet, dedi, neşeyle çocuk. senden bişi istiycem ama yaparsan veririm, dedim. tamam. bak şimdi, bu ekmekleri alıp, saliha teyze'ye götüreceksin. yukarıda evi, biliyo musun evini. hıhı biliyom. tamam o halde, al bakalım. bisküviyi çocuğa uzattıktan sonra içimden, bir gün saliha teyze gibi birilerinin karnını doyurabilecek olgunluğa erişmeyi diledim. yayla bizi bekliyordu. egzoz dumanının arasından bi elinde ekmek poşeti, diğer elinde bisküvi yokuşu gayretle tırmanan çocuğu izledim. hakkını helâl et saliha teyzem, hakkını helâl et.

7 Eylül 2012 Cuma

göt cebindeki çikolatalı gofret


05.09.2012 - 16:30 civarı.
kafamı cama yaslayıp, takır tukur titremesini cok seviyorum. uyumak mümkün değil. morarmaya yüz tutmuş şakak da cabası. ama zevkli amınakoyim. sırf bu yüzden cam kenarı alırım hep biletleri. ama bugün cam kenarı messi'nin. kardeşim o benim. olacak o kadar amınakoyim. bilecik'i bilenler özbilecik "firmamsısı"nı da bilirler. bursa'ya gidiyorum. otobüs hazır bekliyor. otobüslerde de bu eskiden kullanılan, bi en başta, bi orta kapının orada olan 35 ekran televizyonlardan var. ama hiç açılmıyor. bi show tv doktorlar olsa onu bile izliycem amınakoyim ama yok. bazı otobüslerinde çağ öncesinden kalma küllükler var. o zamanlara yetiştim, yetişmesine de hiç hatırlamıyorum. sanki hep sigara yasağı vardı. sanki istanbul'dan antep'e giden yolcular hiç sigara içmiyordu otobüste, sanki o samsun'lar, maltepe'ler, uzun 2001'ler hiç içilmedi. öyle bi hüzün var, koltuk arkası küllüklerde. yanimda messi var. evet, kadronun en teknik adamı. messi. beraber bursa'ya gidiyoruz. otogara inip, bi sucuk ekmek yedikten, bavulları hazırladık. sonra tekrar otogara inip, birer de sigara yakarak otobüsün hareket saatini bekledik. otogar ana baba günü. bağırış çağırış. bi çılgınlık, bi mücadele, bi müşteri kapma, bi prim sevdası. sistem de zorlamıyor değil. ben de, yazın getirdiği rahatlıkla mini, askılı falan giymiş  bi iki kızı kesiyorum. memeler fora zaten. az buçuk da güzel göt olunca, değmeyin keyfime. kızın biri farketti kestiğimi. içinden "uff slak .s.s" falan diyor, gözlerinden de hissettiriyor. amınakoyim ben mi dedim mini giy, genital bölgene kadar aç bacaklarını diye. ben de, kızın götü kalkmasın diye kafamı çevirdim. mikro'ya da rastladık otogarda. mikrobiyoloji ve genetik okuyor. vedalaştım onla da. hakkını helâl et, falan dedim. ben etmedim. ahirette alıcam sevaplarını ibnelerin. hep öyle yapıyorum. sikerim lan, huri var işin ucunda. nihayetinde otobüse bindik. özbilecik otobüsleri dolmuş gibi. yani bildiğin otobüs ama dolmuş gibi davranıyor. girip çıkmadığı delik yok. her yerden yolcu alıyor. birkaç dakika sonra zaten dolu olan otobüsü ayakta yolcular işgal etti. yaşlı bi amca var. messi yanımda. kulaklığı taktık, müzik dinliyoruz. yaşlı amca gözü bana dikti. yer ver, diyor gözleri. ayakta bir de kız var ama nasıl bi kız amınakoyim. kolları çiğköfteci kolu gibi. bende o kadar kıl tüy yok. hayır, tatlı da bi kız ama o kol ne be amına tekme attığım? o kol ne? o kıl ne? bi ara bizim koltuğa tutunmak için yanıma geldi. yukarıdaki klima da açık. bi baktım kol kılları usul esen rüzgarla dalgalanıyor. vay amınakoyim, dedim içimden. allah'tan çok durmadı. hoşlanmış gibi baktım, o da arkaya doğru ilerledi. yavşıycam falan sandı heralde. dayı hala bana bakmaya devam ediyor. 70'i devirmiş tahminen, ensesi tema reklâmlarındaki kurak topraklar gibi. bölük pörçük. az bi sakalı, bolca bıyığı var. kaşlar desen artık bağımsızlıklarını kazanmış. muavin farketti durumu. şimdi yer vermek isterim, eyvallah da 15 tl vermişim amınakoyim. götümü bi yere koymam lâzım. şart! muavin ilk durakta arabadan indi, bagaj kapağını açtı ve bir tabure çıkardı. muavin götü diye bişi var amınakoyim. gözümle gördüm. hani yanından geçerken mutlaka koluna değen götten bahsediyorum. cam kenarında değilsen mutlaka değer o göt. öyle bi göt o. orospu çocuğu! dayıya uzattı tabureyi. dayı, dedi. al bunu en arkaya git, otur. dayım gariban, dayım çiftçi, dayım yaşlı, dayım yorgun ama gururlu. boyun büktü yılların memet ağa'sı. (ismini bilmiyorum ama çok memet ağa gibi duruyordu.) gitti arkaya tabureye oturdu. gel dayı, ben oraya geçerim, desem neredeyse bir km. yol var. ayakta yolcu dolu amınakoyim. iş işten geçti. muavin umursamaz, muavin piç, muavin orospunun ta kendisi, muavin ibne, koca götlü muavin! baktım bu ayakta 2 saat gitme muhabbetinden herkes memnun. bir kişi de çıkıp demiyor ki; "aga bu nedir?". koyun milletime sövdüm bir kere daha. memet ağa çok durmadı, bi köy girişinde indi. şehre inmiş belli ki. çocuklar, torunlar bekler. cebine de bir çikolatalı gofret sokuşturmuştur, diye hayal ettim. ya ceketin iç cebinde, yada pantolonun göt cebinde. küçüklüğümü hatırladım. babamın, dedemin elinde getirdikleri değil de göt cebinden çıkardıkları heyecanlandırırdı beni. tabure üstünde göt cebindeki gofreti düşündüm sonra. çikolatası kağıda sıyrılmış, ezilmiş ama yine de bir çocuğun ağzını tatlandırmaya hazır gofret. sen ne büyük nimetsin. hepimiz aynıyız aslında. ezilmiş, yorulmuş, tükenmiş ama yine de nasılsın diye sorduklarında iyiyim diyebilen, hala muhabbetinden tat alınabilen insanlarız. hepimiz memet ağanın göt cebindeki çikolatalı gofretiz aslında. farkında bile olmadan ağız tatlandıran...