3 Haziran 2017 Cumartesi

sam

şimdi nasıl anlatılır bilemiyorum ama bir kere baba olmuştum ben. ve aslında hiç büyümemişti kızım. hiç konuşamıyordu mesela. iki ayak üzerinde hiç yürüyemedi. ama gel gör ki nasıl anlatılır bilemiyorum.
süt dişleri çıktığında ellerimle içiriyordum sütünü ve avucuma düşen minik dişini alıp hafifçe kanayan diş etine bastırıyordum selpak mendili. gözlerini hiç benden ayırmıyordu. ne zaman korksa yanıma koşuyor; ne zaman oyun oynamak istese ellerini dizlerime koyarak gözlerimin içine bakıyordu. ne istediğini o kadar da güzel anlatıyordu ki; sözcüklere gerek yoktu. belki de bu yüzden hiç konuşmuyordu. çıkarabildiği tek heceyle bölüyordu gecenin sessizliğini... biz de susması için uyarıyorduk. ah ebeveynlik güdüleri... ne kadar da aptalmışız. oysa o, onun tek hecesiydi. tek sesiydi. tek sözüydü. tek diliydi konuşabildiği. neden susturmak istedik ki? fazla büyümenin de bazı utanılacak yanları vardı. her zaman olmuştu. büyükler hep anlatmıştı aslında ama bu dinleyerek değil, yaşanarak öğrenilen bir dersti. hep böyle olmamış mıydı zaten?
geziyorduk arada bir. şimdi neden daha çok gezmediğimizi düşünüyorum. ve canım daha da yanıyor. çünkü mantıklı bir cevap bulamıyorum. çiçekleri koklamayı çok severdi. ağaçların etrafında dört döner; çimenlerde yuvarlanırdı... susayacaksın, uyarılarımıza aldırmadan koşardı. iyi ki aldırmamış. en azından doya doya koştuğunu biliyorum bugün. avluda onu yakalamaya çalıştığım zamanları hatırlıyorum. en sonunda yalandan da olsa yakalayamayışıma kıyamaz, gelir kucağıma atlardı. kokumu içine çeker, başını göğsüme yaslardı. o derin bakışları, sürekli bir şeyler anlatır gözleriyle gözlerimin ta içine işler ama bir iki dakika sonra hiç o değilmiş gibi bir şeyler yemek isterdi.
pazar sabahları beni uyandırışını hatırlıyorum. annemin beni yalandan yastıkla dövüşünü gördüğünde çığlık çığlığa engel olmaya çalışmasını. dikkatlice etrafı dinler, en ufak bir kıpırtıda tetikteymiş gibi hemen kaynağına koşardı. asla boşa koştuğu olmadı. bir gün kuyruğuna basıp bir fareyi yakaladığında avazı çıktığı kadar bağırıp beni yanına çağırdığını ve önündeki fareyi gösterdiğini hatırlıyorum. yumuşacık yanaklarını okşayıp, başından öpmüştüm. en azından şimdi o anlara bunları sığdırabilmenin bir nebze avuntusunu yaşıyorum.
geriye dönüp baktığımda koca bir boşluk da görüyorum... oysa bir kere baba olmuştum ben... bir kızım olmuştu. onun da kızları olabilsin diye kısırlaştırmadık ama çiftleştirmedik de. gene saçma sapan ebeveyn güdüsü işte. oysa biz böyle bir karar verirken bunun yıllar sonraki yansımasını da asla öngöremeyecektik. ebeveyn cehaleti işte. kızım rahim iltihabı oldu. pyometra deniyor tıp dilinde. illet bir hastalık olduğunu tecrübe ederek gördük. iki hafta neredeyse hiçbir şey yemedi. veterinerler dışarıdan hiçbir belirtisi olmamasından dolayı farklı teşhislerde bulundular. en son anlaşıldı durum. acilen ameliyat dendi. kan alındı. testler yapıldı. kızım; o ameliyat masasından kalkamadı. önce komaya girdi. sonra minik bedeni daha fazlasını kaldıramadığından bir melek olup gitti.
9 yaşındaydı kızım. babam fenalık geçirmiş. torunu sonuçta. onun da kızı sayılır. annem feryat figan. el arabasının içine bir karton kutu içine koymuşlar şoku atlatıp yavaş yavaş gerçeği kabullenmeye başlayınca... ufacık bir mezar kazmışlar; şehir mezarlığının yanına. altına karton serip, üstüne gazete örtmüşler. toprakla kapamışlar. bir gece önce yuvasından zorla çıkarıp, kaşık kaşık süt içirdiğim kızım, şimdi buz gibi toprağın altında... oysa o ışıl ışıl gözleri daha neler görecekti... daha koklayacak çok çiçek vardı kızım... daha görecek çok yer, koşulacak çok yamaç, beraber izleyeceğimiz havai fişekler...
şimdi hayat yine normale dönecek. ölüm haberini aldığım an bile normale döndü hemen. işi bırakıp da gidemiyoruum. müşteriye güler yüz gösteriyorum. ama içim... insanoğlu da böyle bir orospu çocuğu işte. kapitalizm de böyle bir illet. acını dahi yaşatmıyor. işin en sinir bozucu tarafı da gerçekten hayatın gene normal akışına devam edecek oluşu. 9 yıl önce kızım hiç dünyada yokkenki gibi. sanki hiç var olmamış gibi. yaşamın ilüzyon tarafı da bi yerde bu sanırım. bir sinema filmi gibi bir şey. izliyorsun ve bitiyor. filmden sahneleri ne kadar hatırlasan da bitti film. hayatın sinemadan da farkı bu. tekrarı yok. ikinci bir seansı yok. tek seans. tek film. o an'a ne sığdırdın, filmden ne aldın, o kârın... gerisi laf-ı güzaf... şimdi daha iyi anlıyorum. hatta en iyi ben anlıyorum ama anlatabileceğim bir kızım yok... başını okşayabileceğim bir kızım... oysa bir kere baba olmuştum ben...
inan hiç sus demeyeceğim sana... hiç dur demeyeceğim. hiç kesmeyeceğim hevesini... çıkıp gelsen şöyle bir... keşke daha az keşke biriktirseydim.  9 yıl boyunca kızım, evladım, dostum, arkadaşım, kardeşim oldun... bana babalık duygusunu, abilik hissiyatını tattırdığın için, herşey için binlerce, milyonlarca teşekkürler...
hoşçakal güzel kızım...
seni çok seviyorum...

10 Nisan 2017 Pazartesi

bazı şeyler

insan bazı şeyleri hiç bilemiyor. o bazı şeyler nasıl oluyor, ne zaman oluyor hiç belli olmuyor... bilemiyorsun ki bir çift yeşil gözün hayatının ortasına gelip yerleşeceğini...
nasıl oldu, ne ara oldu hiç bilemeyeceğim şekilde vuruldum bir çift yeşil göze... ben vurulduğum anda o bir çift gözün bundan haberi bile yoktu. bu yüzden ne yaranın boyutunu ne de kanamanın şiddetini bilemezdi. nitekim bilemedi de. türlü alicengiz oyunları çevirdikten sonra bir şekilde birebir havadan, sudan, filmden, kitaptan, oyundan vs. muhabbet açtım. o güzel gözlere, güzel sözler de ekleniyordu. ben ise delik deşik oluyordum. her yara yerimden kan değil sevda sızıyordu. can vermiyordum; aksine canlanıyordum. ama bu öyle bir şeydi ki, içimde bir korku da büyütüyordum. günler günleri kovaladı. ben rehberdeki ismini "yârim" diye değiştireli bir haftayı geçiyordu. oysa o güzel bir çift göz her şeyi görmüştü de bunu göremiyordu. ne bilsindi deli divane bir adamın etrafında pervane olduğunu... kendi sonuna aşık bir pervane böceği gibi içimde bir tedirginlikle ama aynı zamanda bastıramadığım bir ihtiras, şevk ve aşkla dönüyordum etrafında. birgün kendi sevdamla içmeden sarhoş olup cesarete geldim. yapabildiğim en iyi şeyi teklif ettim: beraber sonu olmayan bir hikaye yazalım mı?
hayatımda bu kadar sevindiğim başka bir cevap olmadığına adım kadar eminim. pervane böceği ateşiyle kavuşmuş; o güzel gözler karşısında beni görmeyi kabul etmiş, bir anda fani ömrüm anlam bulmuş, bir anda muhammed'den sonra son buldu denen mucizeler yeniden gerçek olmuştu... yıl 2017'ydi ve ben peygamber değildim. olsundu. mucize sadece peygamberlere has değildi ya..
her insan biraz yalnızlıktan korkar, sonra alışır, sonra kanıksar, sonra özümser, sonra onunla bir olur. kendi kendine yetebilmeyi öğrenir bir yerden sonra. bir bakmışsın ekmeğini kendin alıyorsun, çorbanı kendin kaynatıyorsun, çamaşırını kendin yıkıyor, bulaşığını kendin diziyorsun. kendin boyuyorsun evinin duvarlarını ve kendin pişiriyorsun pek beceremediğin orta şekerli türk kahvesini. bir yerden sonra kendine katlanmayı dahi öğreniyorsun. tam böyle olmasa da buna yakın bir hâldeyken hayat bir kere daha "hasiktir lan" demişti. alnımın orta yerine çat çat çakmıştı o gözleri. al, demişti; al işte, tüm aforizmalarını yerle bir ediyorum.
ben daha ne olduğunu bile anlamadan oluk oluk sevda akmaya başlamıştı bile damarlarımdan ve kendi sevdamda boğulmak üzereydim. yârim'e elimi uzattım; beni bu dalgalardan biraz olsun çekip kurtarması, fırtınamdan alıp sakin koylarında koruması için... ama öyle bir dev cüssem var ki, ben yârim'i bu sevda dalgalarının arasına çektim. beraberce çırpındık, tadını çıkardık. ölürsek de bundan ölelim be, deyip daldık derinlerine. öyle ki dalgaların kaynağı vurulduğum yerler, beni vuransa yârim'deki güzel gözler, tatlı sözler... belki de hakettiğini buluyordu. sebep olduğu sel, şimdi de onu alıp götürüyordu... beraberce yuvarlandık, ağzımıza, burnumuza, ciğerimize doluyordu sevda. yuttukça sarhoş oluyor, sarhoş oldukça kontrolümüzü kaybediyor, kaybettikçe daha derinlere dalıyor, daha derinlere daldıkça gene ağzımıza, burnumuza, ciğerimize sevda doluyordu.  ve biz gene yutuyorduk. böyle bir kısır döngünün ortasında bir müddet kaldıktan sonra dalgalar biraz olsun duruldu. sakinledik. sırt üstü uzanıp, gökyüzünü seyrettik; gölgemiz derinlere düşerken... sevdamızın suladığı kurak topraklarım bir bir çiçek açıyordu. binbir türlü bitki filizleniyordu; kelebekler uçuşuyordu çalılardan geçilecek yol olmayan gönül vadimde. tabiatım canlanıyor, yıllara dolanıp duran tedavisiz bir hastalığım olan varoluş sızım hafifliyordu. hayatım anlamlanıyordu.
bir anda gelip göğümü aydınlatan bir çift yeşil göz güneşim; o gözlerin sahibi ise ruh eşim, gönlümün sahibi, sevdam, gözümün nuru, başımın tacı, dertlerimin dermanı, sızılarımın ilacı, kışıma bahar, korkularıma huzur, canıma canan, solyanım, gönül bahçemin tek ve nadide gülü, kulaklarımda en güzel şarkı, söylenmiş ve söylenecek en güzel şiir, hüznüme neşe, kahrıma lütuf, ezelim, ebedim,  dostum, öğretmenim, hayalim, gerçeğim, umudum, sevdam, aşkım, yârim, sevdiğim, herşeyim oldu...
bazı anlar vardır ya; bazı şeyler hani: ben bunun için mi doğmuşum lan acaba? dediğin. ilk defa böyle bir şey hissediyorum. ilk defa böyle bir heyecan kaplıyor içimi. valla seninkini bilemem. herkesin sevdası en büyüktür. ama benimki daha büyük gibi lan. o güzel gözler artık bana bakıyor. :)

bir insan daha ne isteyebilirdi ki... belki arada mesafeler vardı; ama kader de cilveliydi hani. o kadar olacaktı. olsundu.

şimdi güzel bir hikaye yazıyoruz.

kalemimiz döndüğünce, ömrümüz yettiğince...