29 Eylül 2016 Perşembe

ben robot değilim

geçen farkettim. çoğu internet sitesi güvenlik doğrulaması olarak "ben robot değilim" kutucuğunu kullanıyor. o kadar çok yerde tıklıyoruz ki, en çok söylediğimiz yalan haline geliveriyor. üzerine biraz düşününce ne kadar yalancı, ne kadar aksi, ne kadar nalet bir insan olduğumuzu daha iyi anlıyorsun. hayatımı irdeledim. bir alışveriş merkezinin müdürüyüm şuan. evet moruk, buraya yazdığım onca iç hesaplaşma, onca intihara göz kırpan not, onca kavga dövüş, onca yakınma, onca nefret, onca umutsuzluk yazısından sonra geldiğim nokta bu. sabah kalkıyorum, traşımı oluyorum, takımı çektikten sonra evden çıkıp, en yakın fırından beyaz yaka kahvaltısını alıyorum ve işe geçiyorum. ilk yaptığım iş ne biliyor musun? twitch'i açmak. keyifli bulduğum bir iki oyun videosuna gün boyu oynayamayacak olmanın verdiği hüzün ile bakmak... ardından geekyapar'a dalıp eski içerikleri dahil bilmem kaçıncı kez dc comics ve blizzard ile ilgili içerikleri okumak. megablizzfan'ı olmanın yanında hep marvel'e karşı dc comics'in en fanatik savunucusu olmuşumdur. ben sevdim mi fanatizmle seviyorum moruk. reel hayatta böyle değilim ama sanal dünyalar için böyle. horde bayrağını kurdumun kıçında dalgalandırmak için kaç alliance'ın kanını döktüğümü ben bile hatırlamıyorum. eli kanlı bir inek olmaktan mutlu muyum bunu da bilmiyorum ama karakterim damage yediğinde benim de canım yanıyor. o koca poposunu kaldıramayıp kaçamadığında ben de üzülüyorum ama napiyim? ben böyleyim. çünkü kendimi böyle var ediyorum. hazzım bu. zevkim bu.
ben robot değilim, derken yalan söylüyorum. çünkü ben oyunlarla, çizgi-romanlarla, filmlerle, mizahla, karikatürle uğraşmak istiyorum. bunlar işim olsun istiyorum. arada kendimi gazlıyorum, ulan 2 dergiye yazı-çizi gönder diye. sonra siktir et diyorum. gönderip de nolucak moruk? bunlara o kadar çok bağlıyım ki kopup da iş dünyasına giriş yapmaya çekiniyorum. o fantastik dünyalar gerçek dünyadan daha çok çekiyor beni. ortaçağda bir şovalye, gelecekte metal zırhlarla kaplı bir samurai, ortadünya'da bir elf frost mage, renkli sayfalarda bir konuşma balonunun altındaki karizmatik yan karakter olmak istiyorum sürekli. büyüyemedim amk bi. yaşıtlarımın 3. çocukları oldu. ilk çocuklarını takdir getirmedikleri için bisiklet almıyorlar. çevrem acayip değişiyor moruk. adamlarla muhabbet ediyorum. para yetmiyor, çocukların okul masrafı, ev kirası diyorum. ya diyorum, siktir git amk. benle muhatap olma bundan sonra. böyle dertleri olan adam mı olur amk ya? steam'deki indirimi dert edinen adam olur. ucuz overwatch kovalayan adam olur. ne bileyim witcher 3 türkçe oldu diye sevinen adam olur benim bildiğim ama konu şu ki ben hiçbir şey bilmiyormuşum. bilmemeyi yeğlerim. hangi bez daha ucuz, hangi mama kemik gelişimine yararlı, altının gramı kaç para olmuş, engin'ler bize ne takmıştı vs. bilmemeyi yeğlerim.
ne diyordum, böyle geek tarafımı tatmin eden birkaç şeyle vaktimi harcadıktan sonra, firmalarla, insanlarla, üst yöneticilerle ve saçma salak whatsapp ve mail gruplarıyla boğuşmaya başlıyorum. taa ki akşam olana kadar. kendimi eve öyle bir hışımla atıyorum ki gören önlerinden tracer geçti zanneder. hemen pc'mi açıyorum. fantastik dünyalara dalabildiğim en kısa yoldan dalıyorum. günlük hayatı da mmorpg'ye dönüştürmeye çalışıyorum. quest'lerden reward bekliyorum ama hiçbir şey gelmeyince de loot bug'dır deyip kendime bir kahve yapıyorum. self-reward. kötünün iyisi. aslında kötünün iyisi yok moruk. kötünün az kötüsü var, çok kötüsü var ama iyisi yok. çalışıyorum, kazanıyorum, her ay yeni bir oyun alıyorum. çizgi-romanları takip ediyorum ama bütün bunları kendi özel hayatıma ayırabildiğim birkaç saat içine sığdırıyorum. ertesi gün aynı terane. toplumda bu döngüden mutlu olan zerre adam yok. yolda giderken insanların yüzlerine bak. kaçının hayatında mutlu olduğuna dikkat et. o kadar az ki, göz ardı bile edebileceğin bir yüzde gibi. yüzden okunuyor hayatlar.
şimdi o kutucuğu işaretlerken kendini yalancı, aski, nalet hissetmiyor musun?
valla ben tam bir götmüşüm gibi hissediyorum.

22 Mayıs 2016 Pazar

sessiz ekran

hayırlı işler halil abi, nasıl gidiyo satışlar? senin gibi. o nasıl oluyo? güzel yani... saat akşam 10 suları. yolu kısaltmak için hastahane bahçesinden geçerken ford transit marka aracının kasasına doldurduğu karpuzları hasta yakınlarına ve bilimum gelip geçenlere ve hatta doktorlar ve hastahane çalışanlarına satmaya çalışan 50lerindeki kır saçlı hafif göbekli bir bey amca yanına yaklaşan ve kendisine abi diye hitap eden orta yaşlı bir kadınla girmişti bu diyaloga. çok barzo bir sarkma mıydı? yoksa eskilerden kalan oldukça naif bir iltifat mıydı ayırt edemedim. yanlarından usulca geçtikten sonra hastahane bahçesindeki masaların arasından bir masa dikkatimi çekti. masada önlerinde yarım iki bardak çay duran iki adam vardı. masa bahçedeydi. fakat onlar hastane kantinin içindeki televizyonu izliyorlardı camın ardından. televizyonda star tv açıktı ve ne olduğunu bilmediğim bir dizi vardı. televizyona dikkat kesilen masalarında muhabbetin bitmiş olduğu aşikar olan birkaç masa daha gördüm. adamlar, kadınlar, çocuklar ifadesiz yüzlerle hastahane kantinindeki televizyona bakıyorlardı. üstelik hepsi bahçedeki masalardaydılar. televizyonun sesi dışarıya hiç gelmiyordu. hepsi sessiz ekranda oynayan görüntülere ifadesiz ve durgun suratlarla kilitlenmişlerdi. bir kadının eteğini çekiştiren küçük bir kız çocuğu su istiyordu. çay bardağının bedenine çarpan kaşık sesleri karışıyordu bahçenin durgun havasına. bir müddet kalmak istedim. oturdum uzak bir masaya. kantin self servisti. sipariş soran olmadı, ben de gidip almadım. o an hastahane konusundaki en hüzünlü sahnelerden birine baktığımı anladım. hepsi bekliyordu. belki serviste yatan hastaları vardı, belki ameliyatta bir yakınları, belki refâkatçıydılar, belki kötü bir haber alıp oraya gelen uzak akrabalar, belki de sadece diğer akrabalara ayıp olmasın diye orada bulunanlar... hiçbir gözde umuttan eser yoktu. içeride, ameliyatta bir yakınım varken nasıl uzaktan sesini bile duymadığım star tv'deki diziyi izleyebileceğimi hayal etmeye çalıştım. belki de kötü haberi bekliyorlardı. doktor "hazırlanın" demişti. hazırlanın. böyle derlerdi. bu acıya hazırlanın demek değildi. kefenini, hocasını, mezar tahtalarını vs. ayarlayın demekti.  masrafını bölüşün; mirasını paylaşın demekti. böyle söyleseler bile gelip burada sessiz ekranı izler miydi bir insan? izlerdi. bunu yaklaşık 10 dk.sonra anladım. içeriden 20li yaşlarda bir kız çocuğu koşarak geldi. bahçedeki bir masaya yaklaştı. ellerini telaşlı bir şekilde masaya vurduktan sonra masadaki 3 kişi birden kalkıp hastahane binasına doğru koştu. koşanlardan biri kadındı. bir iki dakika sonra geri koşarak geldi. çocuğunu unutmuştu. bahçede koşa koşa çocuğunu arayıp bulduktan sonra eşarbının ucuyla gözerini silerek hızlı adımlarla tekrar hastahane binasına yöneldi. dizi reklama girdi. televizyona bakanlardan kimse istifini bozmadı. boş ekrandaki calgon reklamını izlemeye devam ettiler. kimse aslında tewlevizyonla ilgilenmiyordu. masalarda dönen dertli muhabbetlerden bir kaçıştı o sessiz ekran. derdi herkes biliyordu oysa. üzerine daha fazla konuşmaya ne gerek vardı? ama konuşmayınca da hiç azalmıyordu meret. en azından söyledikçe içerde kalmıyordu duygular. masada takılı kalıyordu. sessiz ekrana dalan kulaklara teğet geçip boşluğa dağılıyordu. aynı boşluğa karışıyordu sigara dumanları. şifa dağıtılan bir binanın bahçesinde yavaşça, hissettirmeden intihar ediyordu insanlar. gözleri sessiz ekrana takılı; aklı durgun, bedeni yorgun...

22 Nisan 2016 Cuma

eski harleyci ünsal abi

salı günü annemin cumartesi'den boyanmak üzere bıraktığı deri montunu teslim almaya gittim ünsal abi'nin yanına. artık ünsal abi diyorum, çünkü 2 saat muhabbet ettik. çay içtik. deri cilaladık. ünsal abi 50lerinde bi adam. ufak bir dükkanı var. her yerde deri boyasının keskin kokusu. cilanın geniz yakan havası... bir de asılı, serili deri montlar, deri yelekler... fakat girdiğimde dikkatimi ilk çeken şey; ünsal abi'nin dikiş makinası olarak da kullandığı masanın arkasındaki duvarda asılı olan harley kullanan bir adam ve soyut olarak at süren bir kovboy figürünün işlendiği duvar halısı oldu. karşısındaki ufak taburelerden birine oturdum. dükkanı inceliyorum. farketti ama ses etmedi. duvarlarda 80li yılların ispanyol paçasıyla, kabarık saçlı hatunu motorun arkasına atmış gencin bulunduğu karpostallar var.  bi yerde şevrolet 56 olduğunu tahmin ettiğim bir aracın içinden çekilmiş sepya bir fotoğrafını gördüm ünsal abi'nin. yanında 2 genç kızın mezuniyet fotoları ve bir de enfes bir foto daha: evlilik fotoğrafı. biraz sonra masaya geldi. elindeki düğmeyi annemin montuna dikmeye başladı. cilalarken koparmış. birden sanki çoktandır tanışıyormuşuz gibi lafa girdi: biz de yorulduk tabi neticede. yıllar geçti, dedi. efendim abi? yıllar geçti diyorum; bu karpostaldakiler gibi bi motorum vardı benim de. harley. turlara giderdik. hızlı zamanlarımızdı. haytaydık. arkadaki duvar halısına iliştirdiği iğnelerden birini aldı. makinaya taktı. 6 kişiydik, diye devam etti. kafa nereye, biz oraya. bi akşam yunanistan'a gidelim mi dedik, 3 gün sonra yunanistan'dayız mesela. motorla tepmediğimiz yol kalmadı. deri işi oradan mı geliyor abi? hem ordan, hem değil. nasıl yani abi? bi gün çanakkale'den izmir'e dönerken kaza yaptım. motor bi yana, ben bi yana. motor haşat oldu. benim de sağ bacak kırıldı. o zamanlar deri ceket falan takılıyoruz. mototorcuyuz ya. üniforma gibi bişi amınakoyim. gerçi hep öyle, şimdi bile. benim de yengenin hediyesi bi mont vardı üstümde. o kazada parçalandı bi kaç yerden. neyse bacak alçıda ama düşündüğüm o değil. ceketi yaptırmam lazım. yengen de motorcu. bazen atardım arkaya, beraber turlardık. anası babası salmıyor tura. derken, izmir'de bi deri mont satan abimiz vardı. ona dedim böyle böyle diye. kemeraltı'nda bir ustayı tarif etti. gittim. abi napabiliriz buna, dedim. hallederiz, dedi. parçalanan yerleri yamadı. yama izi görünmesin diye de üstüne motorcu işlemelerinden dikiverdi. eskisinden daha canti oldu. usta dedim, benim ayak sakat. yola gidemem. iş tutamam. ben yanında durayım. bu işi öğret bana. biraz düşündü. haftalıkta anlaştık. ertesi gün başladım. ta o zamandan beri yaparım. evlilik fotoğrafını gösterdim. abla bu muydu abi, dedim. gülümsedi. evet, dedi. çok gençtik o zamanlar. fotoğraflar bile eskidi. insan nasıl eskimesin. gözleri nemlendi. gizlemeye çalışmadı. bu 2 teker eroin gibi bi illet, dedi. bağlandın mı yarra yedin. bi kaza bana bu mesleği kazandırdı. bir diğeri ise onu kaybettirdi, dedi. sorduğuma pişman oldum. başın saolsun abi, dedim. saol dercesine başını salladı. ondan geriye kalan 2 güzel emanet var bana. biri liseyi yeni bitirdi. geçen sene kazanamadı. bu yıl bi daha hazırlanıyor. mimarlık istiyor. diğeri de eskişehir'de makina mühendisliği okuyor. 3. sınıf. bunları söylerken kızlarının fotoğrafını işaret ediyordu. iç çekti. evlendikten sonra tur için anasından babasından izin almaya gerek yoktu artık. gerçi hala gönülsüzlerdi ya, neyse. afyon'a gidicez. çocukları anneme bırakıp yola çıktık. deri montları da çektik üstümüze. gidiyoruz. kasım gibiydi. ama daha soğuklar çok değil. gece vakti girdik afyon'a. s.ktiğimin memleketinde de bir sis oluyor; göz gözü görmüyor. biz bi an önce motel falan bulmak için basıyoruz. tam ilerde ışıklı bi yer gördük derken, önümüzde aniden bir araç beliriverdi. sonrası bende yok zaten. o mu hatalı solladı, biz mi şeritten çıktık bilmiyorum. o bi yana fırladı, ben bir yana. ben yoldan çıkmışım, yolun sağ tarafına fırlamışım, ot mot var birsürü. o da asfalta fırlamış. başka bi araba daha çarpmış. çarpan adam insaflı çıkmış da durmuş. ambulans falan derken gözü hastanede açtım. lan bizimkiler geldi. kaynana kayınpeder yok bizim. soruyorum; ameliyatta, soruyorum durumu iyiymiş. en sonunda s.kerim lan dedim. durumu iyi olsa gelir beni kontrol ederlerdi amk, dedim. hastaneyi birbirine kattım. sonra öğrendim öldüğünü. kayınpeder de benim yüzümden öldü diye beni öldüreceğine dair yemin etmiş. yanıma gelmemiş. lan amcık! benim canımdan can gitmiş, adamın derdine bak. canım nasıl yanıyor anlatamam. bir süre sustu. sonra; kendimi hiç affetmedim, dedi. y.rak vardı o ışıklara bakacak. bana bir iki dakika ver. içim bi kötü oldu. cebinden bi tekel 2001 çıkardı. yaktı.  dükkandan çıktı, gitti. 5 dakika sonra elinde 2 çayla geldi. ee sen neler yapıyosun genç adam, dedi. sanki hiçbişi anlatmamış gibi bi hal takınmıştı. içinin kan ağladığını biliyordum. bozmadım. var mı sende de motor merakı? yok be abi, dedim. biz daha bi deri monta bakamıyoruz. motor bizi aşar. boşver dedi. verdiği bi bok yok. aldığı çok. hem paran gidiyor, -duraksadı- hem canın yanıyor. bundan sonra havadan sudan konuştuk. beşiktaşlıymış. futbol muhabbetine falan girdik. 2şer bardak daha çay içtik ve ayrıldım ünsal abi'den. gözleri en önde asılı duran bir motorcu montuna takılmıştı. kolay gelsin abi, dedim. gözlerini monttan ayırmadan, başını çevirmeden saol, dedi.

3 Ocak 2016 Pazar

yılbaşı

yılbaşılardan oldum olası haz etmemişimdir. alelade bir gün için sanki çok özelmiş gibi yapay hazırlıklar yapmak ve mutluluk maskesi altına saklanmak bana pek uygun gelmiyor. ha yeni yıl geldi diye gerçekten sevinenler vardır; ona da saygı duyarım. bi insan ölüme biraz daha yaklaştığı, 1 yıl daha yaşlandığı için huni şapkalı, havai fişekli kutlama yapar mı lan? yapıyor amk. hem de hiç anlamadığım dillerde yapıyor.
beni biliyosunuz a dostlar. pırıl pırıl fakirim. ultra, über, mega fakirim. ha sen de işi gücü bırakıp bunu okuduğun için sen de zengin sayılmazsın. fakirliğin getirdiği bir kültür fukaralığı da var. bunu çok iyi anladım yandaki ilanla. bu ilan bir yılbaşı programı. eskiden olsa david'in köleleri olacak olan mekan adı david's people. ve bu programı size 160 tl'ye iteliyor, şey pardon sunuyor. ben de ulan en azından instagram'a iki pozumuz olur, elit görünürüz, sınıf atlarız vs. kafasıyla sağda solda etkinlik bakarken rastladım. gideceğimden de değil aslında. millet nerelere para döküp, bi sik alamıyor'u merak ettim. bu ilana denk geldim. abi şuna gitsem, ne yiyeceğimi bilmiyorum amk ya.
olm google'a yemek sorulur mu lan? şu listeye bak abi. bu ne? greek kabak? pirinç pikate? yunan kabağı mı lan, ne bu? pikate ne? ya normant? japon tornası? sanayiden mi geliyo yemek? morney sos, domates coulis... taco alaçatı, şey alachanga. çikolatalı mousse. adamlar fareyi çikolataya bulayıp getirse, abi 160 bayılmışım der, kuyruğundan tutar indirim mideye. mousse ne lan? ne yiyeceğimi az çok kestirebildiğim bi sıcak şarap + sucuk partisi var abi. ötesi yok. insanın yüzüne fakirliğini osmanlı tokadı gibi sağdan soldan çakarak ağız burun bırakmayan bir ilan olmuş. allah belanı versin ümit.

baktım diğerleri de buna uzak değil. evde elitliğe adım atayım dedim moruk. günah dolu bir gece geçirdim. aldım şişeyi elime. parmaklarımı yavaşça vücudunda gezdirdim. yavaş yavaş yukarılara çıktım. hisettirmeden kapağa kadar geldim. hafif bir dokunuşla sola doğru çevirdim. içindekileri dökmeye hazırlandı. ama ondan önce güvende olduğunu hissettirmeliydim. dudaklarımı yaklaştırdım. hafif aralık ağzından çıkan havayı hissedebiliyordum. kokusunu duyabiliyordum. gözlerimi kapattım ve dudaklarımı şişeye bastırdım. şiveps mandalina'yı kafaya dikip 2 büyük yudum aldım. böylece bu yılbaşında fakirliğin flaması, arması, sembolü, her şeyi mandalina yerine şiveps mandalina'yı tercih ederek elitlikte ilk adımımı atmış oldum. annemin hazırlığı da güne uygundu. annem de limon dilimleriyle tatlandırılmış kırmızı mercimek çorbası, sarımsaklı yoğurtla servis edilen zeytinyağı ile terbiye edilmiş karışık kızartma ve çikolatalı puding hazırlamış. gecenin sonunda da sıcak çay eşliğinde patlamış mısır partisi vardı.

bir de evdeki yılbaşılar da eskisi gibi olmuyor. eskiden sanatçılar ulaşılabilir değildi. millet canlı canlı yapılan programları izlerdi. coşku vardı amk. şimdi her biri otel köşelerinde, tv'lerde bant yayınlar vs. bir de abi millet sanatçı dediği insanların bi bok olmadığını anladı. senin benim gibi, hatta daha gerizekalı olanları çoğunlukta olduğun teyit etti. olm adama twitter'dan sövebiliyosun yaa. böyle bi imkân var bugün. o da sana sövüyo. yıllardır trt ekranında ayıla bayıla izlediğin, ulaşılamaz yerlere koyduğun adamların kaavedeki salih amca'dan farkının olmadığını görüyosun şimdi. biliyosun bunu. e ne diye önemsiyim ki artık amk? bunun yerine twitter'da pek söveni olmadığı gibi seveni de çok olmayan "az ünlüler"e yöneldi halk. az ünlü diye bişi var amk. genelde yöresel kanallarda program yapıyo bunlar. adam bi anons geçiyor; türkiye'nin en önemli ozanlarından, 1300 eserin sahibi falan filan yeni eserlerini sizler için söylüyor!!! stüdyo dahil, tv'de adamı tanıyan sayısı programın sunucusunu da katarak 10 kişiyi geçmez amk. ama adam gelip söylüyor. değişik yöre kanallarında kadınların "hüleeeeeğ" modunda kükrediği, erkeklerin sürekli soğuk espriler yapıp güldükleri ve bilimum miktarda "kalbini çaldırdım; duymadın gibi. gönlüne mesaj attım; görmedin, he mi?" gibi imkansızı aşan sözler barındıran memleket havalarının çalındığı programlar yapan insanlar bunlar. baya bildiğin albüm çıkarıp, klip çekiyorlar. yeni albümlerini tanıtıyorlar. memleketin her iline sesleniyor; ilçelerine, beldelerine, köylerine kadar selam yolluyor ve sürekli bağırıyorlar. konserler verip, sevenleriyle buluşuyorlar. kafalar değişik olsa da bir şeyleri başarmışlar abi. az ünlüler ama ünlüler. genelinin kökeni pavyon yada gazino kültürüne dayanıyor. vakti zamanında az ünlüyken çok üne kavuşan mustafa keser ve ankaralı mahlaslı şarkıcılar vardı. şimdi yelpaze baya genişlemiş. çok değişik abi. yılbaşı akşamında da vardı bunlardan. bi müddet bunları izledik ailecek. hatta vatan tv'deki program açıktı yeni yıla girerken. vatan tv ne amk ya? oldu olacak çay tv falan olsun amk. bu ne olm? ben kilometrelerce uzakta niye yerel bi kanalı izliyim?

ertesi gün şu yukarıdaki ilandaki mekanın feysbuk sayfasında yayınlanan bir video gördüm. video o geceden bir kaç dakikayı kapsıyor. abi millet götdonduran soğuklarından kıç kadar mekana sıkış tepiş doluşmuş. baya bildiğin dolmuş gibi olmuş. dolmuş derken ulaşım aracı. ha mekan dolmamış mı, o da dolmuş. ama bu dolmuş başka dolmuş. içerde de canlı müzik yapan 2 eleman var. bunlar duman'dan senden daha güzel çalarken millet eğleniyor diyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun. millet kös kös oturuyor abi. sucuğunu yiyor. sıcak şarabını içiyor. mal gibi bakıyor. masalara baktım, birbiri ile muhabbet edenler var mı diye. 1 masa da oğlan sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim bir kızla konuşuyor. diğerleri walking dead amk. olm mutlu değilsiniz lan işte. 160'ı verip sucuğu yemişin ama mutlu değilsin kardeşim. sadece şanın yürüsün diye, statü meselesi gözüyle baktığın için, iki cüzdana bakan kaşar tavlayacağım diye, imaj uğruna öpülmüşsün o al yanaklarından. ama mutlu değilsin amk. gözlerinden okunuyor. mahkeme duvarı gibi suratından okunuyor. yarak gibi geçiyo yılbaşın. başına huni geçirsen, götüne havai fişek soksan gülmeyecek o yüzün. çünkü içi boş. için boş.

moruk, ne varsa gene fakirhanede var. çok ünlüler bantsa az ünlüde var. var ulan güzel şeyler hala. ailede var. eşte var. dostta var. arkadaşta var. muhabbette var. tombalada var. mandalinada var. kestanede var. sobada var. çayda var. ne varsa insanda var be olm. robotlaşmaya, kendini ürün haline getirmeye ne gerek var?

hepinize mutlu yıllar. bu arada mekke'nin fethi 11 ocak 630. çevrenizde böyle dalyaraklar varsa söyleyin, götten tarih uydurup yılbaşında vaaz vermesinler.